17 Aralık 2012 Pazartesi

ONK Ajans Parayı Derhal İade Etmelidir


BÜO’nun oynadığı Sezuan’ın iyi İnsanı isimli oyun için ONK Ajans,  Ankara Tiyatro Festivali kapsamında sunulacak bir kerelik gösteri nedeniyle Boğaziçi Üniversitesi’nden 700 TL telif ücreti almıştır.

Konu ile ilgili BÜO ve BÜO kökenli bazı kişilerce bir takım yazılar yazılmış; BÜO’nun başını çektiği ve pek çok üniversite tiyatro kulübü tarafından imzalanmış  bir bildiri yayımlanmış; bu amaca yönelik olarak bir blog oluşturulmuş; “mücadele” başlatılmıştır.

Konunun sürecine baktığımızda BÜO’nun, kendini “amatör” tiyatro olarak konumlandırmayı seçtiğini ve de ONK Ajans ile olan “mücadelesini” de bu kapsamda yürüttüğünü görürüz. Cepheyi genişletmenin sağlayacağı yarar ve zararların iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Öncelikle “amatör” den ne anlaşıldığının, anlaşılması gerektiğinin tartışılması hususu açıktır. Dilimizdeki ifadesi ile “amatör” denilince ilk akla gelen, bir işi tanımına göre yapamayan demektir. “Profesyonel” ile yapılan olumlamanın tersidir. Hoşgörü, tevazu yapılan işin niteliğini belirler. Ama dilimizde çağrışan başka anlamları da vardır. Karşılığında para alınmayan, ücret beklenmeyen, zevk için yapılan bir iştir. Örneğin profesyonel oyuncular belli bir kazanç beklemeden tiyatro yapabilir ve o tiyatro “amatör” olur. Ancak  “amatör” olduğunda para alınmayacak, kazanç, kâr olmayacaktır denemez. Örneğin dernekler de kâr amacı ile kurulmaz ama yaptıkları iş nedeniyle kâr oluşmaya başlarsa “iktisadi işletme” kapsamı altında ayrı bir yapılanmaya ihtiyaç duyulur.  Amatör başlayan faaliyetlerin de belli bir kazanç doğurması halinde “mükellef” durumuna gelebilecekleri unutulmamalıdır. Üniversite tiyatroları işte bu noktada “amatör” tiyatrolardan ayrılır,  hükmi şahsiyetleri olmayan kulüplerdir. Elde ettikleri kazanç üniversitenin tabi olduğu hükümler çerçevesinde değerlendirilir. Bu nedenle son olayda da BÜO değil, Boğaziçi Üniversitesi muhatap alınmıştır.  Ancak üniversite yönetiminin, avukatının yönlendirmesi ile telif ödeneceği hükmüne varması tüm üniversite tiyatro kulüpleri için uzun vadede telafisi zor durumlara yol açabilir.  Son zamanlarda eğitim amaçlı olarak şirket personeline verilen tiyatro kursları sonucundaki genele açık sene sonu gösterileri de “amatör” niteliktedir ancak telif yükümlüsü olabilirler. Üniversite tiyatrolarının konumu dikkate alınırken bu örneğin akılda tutulmasında yarar vardır.

BÜO, konuyu “amatör tiyatro” başlığı altına taşıyarak bence yanlış yapmış; maalesef yayımladıkları bildirinin altına imza atan tüm üniversiteler de kendilerini ve de tüm üniversiteleri  “mükellef” durumuna sokmuşlardır. Her şeyden önce “üniversite tiyatrosu” ile “amatör tiyatro” ayrımı yapılarak taşlar yerine oturtulmalı ve de ONK Ajans’a ödenen bedel geri ödenmeli/alınmalıdır.  Zira bu “emsal” teşkil etmeye başlarsa sonuç herkes için can sıkıcı olur.  Bence bir “üniversite tiyatrosu” telif ödeme zorunda değildir. Ama “üniversite tiyatrosu” da konumunu iyi belirlemelidir. Bu kapsamda bakıldığında üniversite tiyatrolarının “amatör tiyatro”lar olarak “bildiri” yayımlamaları, bildiri altına imza atmaları da kendilerini “hedef” haline getirmektedir. Öte yandan üniversitelerin öğrenci faaliyetleri ile ilgili yönetmelik ve tüzükler çerçevesinde konunun irdelenmesine ihtiyaç vardır. Bence esas sorun üniversite tiyatrolarının eylemleri ile tüzük ve yönetmeliklerin onlara tanıdığı hak ve yükümlülüklerin iyi anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Benim önerim, üniversite tiyatrolarını yöneten kulüp yöneticilerinin bildirilerin altına imza atmadan önce durumu  iyi anlamalarıdır. Gerekirse konu esastan incelenmeli gerekli değişiklik önerileri tartışmaya açılmalıdır. Hükmi varlığı tanınmayan ve kulüp statüsündeki yapılanmaların, yayımladıkları bildirinin yeterliliği ve yaptırımına da dikkat etmek gerekir.

Bugün için konunun genişletilmesi ile tüm üniversite tiyatrolarının faaliyetleri risk altına sokulmuştur. Dünyada  üniversitelerin telif ödeyip, ödemediği iyi araştırılmalıdır. Sorunun, Almanya’daki şirkete faaliyetin  “amatör tiyatro” olarak tanıtılmasından kaynaklandığını sanıyorum. Şirkete konunun “üniversite tiyatrosu” olarak anlatılması ile sorunun çözüleceğini düşünüyorum. Elbette bir üniversite tiyatrosu  bilet satılan festivallere katılır ancak bu eylemi nedeniyle telif ödememelidir. Ancak gerek ONK Ajans, gerekse Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları sorunun özünü görüp çözebilme yolları aramak yerine tartışmayı tırmandırmayı seçmişler ve olayı gereksiz olarak yurt dışına taşımışlardır. Bu durum hem ajans hem de kulüp için olumlu bir görüş bildirmemizi zorlaştırmaktadır.  “Üniversite tiyatrosu” faaliyetleri  işte böyle sorunları çözmeyi de öğreten bir süreci de içerir. Bu sürece “yanlışından dönmek” de dahildir.

Bu nedenlerle ONK Ajans konuya yapıcı yaklaşmalı tahsil ettiği parayı üniversiteye iade etmeli, BÜO da “üniversite tiyatrosu” olduğunu  idrak etmelidir.

Melih Anık  

14 Aralık 2012 Cuma

Yeşim Özsoy Gülan’ın “Twit”leri ve “Taytay” Duran Tiyatro


Yeşim Özsoy Gülan  “bir sürü şeyi yazasım var ama tabii eleştirmen değilim yazamıyorum. valla olsam o kadar çok materyel var ki hiç konuşulmayan.” twitini yazdı, konuyu açtı. Ben konuya girdim o da yeni “twit”lerle beni yanıtladı.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Sıcağı Sıcağına:"Musahipzade ile Temaşa"- Fırat Güllü’nün “Dili”


Fırat Güllü ayrıntılı araştırma yazılarına bir yenisini eklemiş ve “Tiyatro Boğaziçi’nden ‘Musahipzade ile Temaşa’” başlıklı yazıyı yazmış. Bahsettiği oyunu seyretmediğim için ben oyunla değil yazının içerdiği bazı saptamalara ilişkin görüşlerimi paylaşmak istedim.

Yazı şu paragrafla başlıyor: “Tiyatro Boğaziçi bir süreden beri Türkiye’deki eğitim sisteminin bir ayıbını telafi etmek için çalışmalar yürütüyor. Tiyatro tarihine yön vermiş önemli tiyatro insanlarının yaşamlarını ve eserlerini, yine tiyatro aracılığıyla genç seyirciye ulaştırmayı amaçlıyor. Daha önce Molière ve Shakespeare için birer örneği hazırlanan bu oyunlara, bu kez Türkiyeli bir yazarın mercek altına alındığı bir yenisi ekleniyor: Musahipzade Celal

Bir tiyatro topluluğunun ülke eğitim sisteminin ayıbını telafi etme niyetini çok iddialı bulduğumu belirtmek isterim. Bu niyet Tiyatro Boğaziçi’nin ise “iyi niyetli” yok Fırat Güllü’nün niyeti ise fazla “iyimser” değil mi? Fırat Güllü’nün Tiyatro Boğaziçi ile olan içiçeliğini dikkate almadan söylüyorum bunu.  Aksi takdirde Tiyatro Boğaziçi’nin “resmi görüşü” diye “okuyacağım”. İfadeden çıkan şu görüş, ister istemez “Molière ve Shakespeare’in de “telafi” listesine girdiğini ima ediyor ki acaba bu doğru mu? Kaldı ki Musahipzade’yi, Molière ve Shakespeare’in yanında “tiyatro tarihine yön vermiş” olarak tanıtmak  çok “abartılı” değil mi?    

Bu paragrafta beni daha çok düşündüren saptama ise Musahipzade Celâl’in  “Türkiyeli bir yazar” olduğunun belirtilmesi hem de “’neo-Osmanlıcılık’ akımının en başarılı temsilcilerinden birisi kabul edilegelmiş olması”. Hem de yazı içinde kendisinden alıntı yapılan  İlber Ortaylı’nın “Musahipzade’nin Türk tiyatro edebiyatında kalıcı olduğu” belirtilmiş olmasına rağmen.  “Yalnız Musahipzade, sosyal tarihimizi aydınlatan oyunlarıyla kalıcı olma niteliğini kazanmıştır.” “Sosyal tarihimizin aydınlatılması” hususu Türkiye Cumhuriyet’inin Osmanlının bir devamı olduğunu ima etmiyor mu? “O sadece gerçeği, buruk ve safça bir sosyal eleştiriyi, tarihi oyunlarıyla Türk düşünce hayatına getirmiştir” ifadesinden de Musahipzade’nin Türk düşünce hayatının bir parçası sayıldığı açık değil mi? Fırat Güllü kanıtlanması zor bir sonuca varıyor: “dönemin iktidarına fazlasıyla angaje olmadığı için özgün kalabilmiş ve kendine has bir ruh yaratabilmiştir Musahipzade” Ve son cümleyi çakıyor:  “Ama bu, onu eğitim sistemimize dâhil etmek için yeterli bulunmamakta”  Yani “kendine has kalabilmek” için “iktidara angaje olmamak lâzım” ve Türk eğitim sistemi “dönemin iktidarına fazlasıyla angaje olmayanları” içine almıyor. İyi de amaçları iktidarlara yaranmak olmasa bile iktidarlarca sahiplenilenilen, isimleri malûm bazı yazarların değerini küçültmek anlamına gelmiyor mu bu? Eğitim sistemi kimi içine almıyor? Fırat Güllü’nün ifadesi ile “Şu sıralar çok moda olan “neo-Osmanlıcılığın” geçerli olduğu bir dönemde  “neo-Osmanlıcılık” akımının en başarılı temsilcilerinden birisi kabul edile gelmiş” “kültürel anlamda Tanzimat’a ait ve Tanzimat’ın mirasçısı” olan Musahipzade’yi. İşin “moda” kısmını bir kenara koyarak Fırat Güllü’nün ne demek istediğini anlamaya çalışalım. İlber Ortaylı’nın “Türk düşünce hayatına ait olduğunu” söylediği “neo-Osmanlıcı” Musahipzade, “neo-Osmanlılar” tarafından dikkate alınmıyor.(Allahtan Tiyatro Boğaziçi var!) Bu arada da “Eserlerinin çoğu da mektep müsamereleri ve Halkevleri için hazırlanmış, derinliği olmayan metinlerin” sahibi, “dönemin iktidarına fazlasıyla angaje olduğu için özgün kalamamış” pek çok  Cumhuriyet dönemi yazarı da “güme” gidiyor. Kimdir onlar? Fırat Güllü açıklasa da öğrensek. Bu “topyeküncü” zihniyetin kime yararı var? Birini öveceğim diyerek iyi kötü, “Beyaz” ya da “başka renkli” yazarı yok etme cüreti nereden kaynaklanıyor?

Neymiş “Musahipzade’nin bildiği ve sevdiği, yaratmak istediği tiyatronun  ana unsurları?” “'Osmanlıcı duyarlılığın' modernite gerçekliği ile karşılaştığında verdiği çeşitli reaksiyonlarla ortak bir zemini paylaşmaktadır. Osmanlı olmaktan hoşnut olma. Bir proje olarak modernleşmeye karşı olmama ama varolan modernleşme pratikleriyle barışamama.” “’Modern’ toplumu anlamakta zorlandığı ve büyük oranda da ‘sevmediği’ için tartışmalarını geçmişin hikâyeleri içerisinde anlatmayı tercih eder.” “Modernite” , “modern” ve  “modernleşme” ifadelerini doğru kullanabilmek için Fırat Güllü’ye, Besim F.Dellaloğlu’nu okumasını tavsiye ederim.  Sanırım o zaman içine düştüğü “karmaşa”dan kurtulur. Musahipzade ne yapmış? “Osmanlı toplumunu dekor olarak kullanan Cumhuriyet dönemi oyunlarında, güncel toplumsal tartışmalara alttan alta ya da bazen açıkça da göndermeler yapar.”  Cumhuriyet döneminde oyunlar yazmış ve Osmanlı toplumunu “dekor” yapmış, dekor olarak kullanmış, “biçimi“ Osmanlı, içeriği “Osmanlıca duyarlılıkta”  oyunlar yazmış. “Osmanlı kültürünün ezilmeden, hor görülmeden modern bir ruh kazanabileceğine olan inancını hiç yitirmemiştir çünkü.”  Bu anlamda Ahmet Hamdi Tanpınar ile Musahipzade aynı fikrin sahibi imiş, öyle mi? Değil ama “öyle” olsa bile Musahipzade’yi böyle bir konuma koymakla kime haksızlık edilmiş olunuyor?  Fırat Güllü tumturaklı bir ifadeye yol alıyor: “Bunda yazarın kendisini Osmanlı’nın son yüzyılına ait hissetmesi ve arada yaşanan siyasi kesintiye rağmen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişten estetik anlamda neredeyse hiç etkilenmemesinin de bir payı olabilir elbette ama yukarıda İlber Ortaylı’dan yaptığımız alıntıda da belirtildiği gibi özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’de etkisi güçlü biçimde hissedilen resmi sanat politikasına bu denli uzak durmuş ve “genç Cumhuriyet yazarları” ile etkileşime girmekten kaçınmış önemli bir yazarın….” Ne bu “olumlama” mı?

Ben beni övenin bile sağ duyu sahibi olmasını isterim.

Melih Anık

5 Aralık 2012 Çarşamba

TEB, Hükümeti Şikâyet Etmiş!


Bundan çok kısa bir süre önce TEB Başkanı Üstün Akmen Duru Tiyatro ile ilgili bir açıklama yaptı. Açıklaması TEB’in internet sayfasında yayımlandı. ( http://tiyatroelestirmenleribirligi.org/haberler/342-uestuen-akmen-kiyima-duru-tiyatrodan-baslamak-istiyorlar )

Orada TEB Başkanı demişti ki:
“Bizler, UNESCO'ya bağlı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin birer üyesiyiz”

Üstün Akmen şimdi de TEB Dergisi’nin yeni sayısının başyazısını yazmış. TEB internet sayfası da haberi verirken şu ifadeyi kullanmış:( http://tiyatroelestirmenleribirligi.org/haberler/348-huekuemeti-teb-olarak-unescoya-sikayet-ettik )
"UNESCO'nun en önemli sivil toplum kuruluşlarından olan Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (IATC/AICT)'nin üyesi Birliğimiz (TEB)"

TEB, böylelikle benim dediğimi doğrulamış.

TEB UNESCO’ya bağlı değilmiş.

IATC de UNESCO’ya bağlı değil,UNESCO'nun en önemli sivil toplum kuruluşlarından biri. Belli koşullarla UNESCO’dan parasal destek alıyor.

TEB, IATC’nin bir üyesiymiş. Bu da tartışılır ama eskisine göre daha doğru.

Bir ifade ile ilgili birden fazla yanlış yapılır mı?

“Kendini bilmeyen” TEB,  herkesin bildiği bir konuyu dünyaya nasıl anlatacak, Allahaşkına!

Kaldı ki bu bildirilere imzasını atan TEB Başkanı “intihal”ci. Onu UNESCO'ya kim şikayet etsin?

Ayrıca TEB bir dernek. Umarım, TEB Derneği Başkanı, hükümeti IATC’ye şikayet etmeden önce  yönetim kurul üyelerinin olurunu almıştır.

Melih Anık

3 Aralık 2012 Pazartesi

Geçmişinizi “Temizlemezseniz”,"Temiz Gelecek” Öneremezsiniz(Fırat Tanış)


Oyuncu ve soL Gazetesi yazarı” Fırat Tanış sosyal paylaşım sitesi Facebook'ta paylaştığı yazısıyla TRT’de yayınlanan “Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam” dizisinden ayrılma nedenlerini anlatmış.

Her şeyden önce herhangi bir insanın herhangi bir şekilde “sömürülmesine” karşı olduğum için Tanış’ı sömürenlere lânet ediyorum. Geçmişte Testosteron isimli yazımın altına o yorumu yazdıktan sonra Yiğit Sertdemir’in Açık Radyo'daki programında “anlatmasına”  ve arkamdan atıp tutmasına şans verilen Fırat Tanış’ı hatırlamaktan da kendimi alamıyorum.

Ben diziyi seyretmeye değer bulmadığım için onun ayrılışı beni hayâl kırıklığına uğratmadı ama  “Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam” dizisinin, “sol gazetesi yazarı” Fırat Tanış’ın kendi dünya görüşüne uyuyor muydu acaba diye de soruyorum.  Fırat Tanış’ın yakınmaları “parasının zamanında ödenmemesi, oyalanması, aldatılması, sağlığı konusunda gereken özenin gösterilmemiş olması, mobbing, hakaret, sömürülme” gibi KİŞİSEL hususlar, yani dizinin içeriği ile ilgili bir sıkıntısı yok. “Parayı verin istediğiniz rolü oynasın” gibi bir durum ortaya çıkıyor. O dizi teklifini kabul ederken yaptığı pazarlık KİŞİSEL talepler üzerineymiş; dizinin tüm aşamalarını, canlandırdığı karakterin dizi içinde neler yapacağını merak etmemiş, kendisini sağlama alıp eline ne verilirse oynamayı kabul  etmiş meğerse. Etini, sütünü, reklâmını, gündemini sermayenin avucuna bırakmış olduğunun farkına varmamış mı? Sermayenin kucağına isteyerek atlamış olduğunu bilecek kadar yaşı var değil mi?  Oyun Atölyesi'nde küfür seyrettirilen 11 yaşındaki çocuk da değil. DOT’un, Oyun Atölyesi’nin sigortalarını ödemediği oyuncuları çalıştırdığını biliyor!

 Kendi harcadığının sömürüldüğünü düşünürse  “emeğe” değer veren, “birbirine hiç de denk olmayan imkân ve olanaklarla, hakkında, kasten başlatılan itibarsızlaştırma ve karalamalara karşı” çok hassas olan Fırat Tanış, beni itibarsızlaştırma ve karalama kampanyasının gönüllü tetikçisi olmamış sanki

Dünyaya sattıkları projelerin haklı ve helâl karşılığını bizlere iade etme günü geldiğinde, masanın karşısında bu gibi kişilere ilk elimi sallayan ben olacağım” derken o yorumun içindeki “edepsiz dil”in bir taraflarından çıkmakta olduğunu anlamamak da mümkün değil! "Helâl karşılığı" derken yaptığı göndermeye de dikkat isterim. O başlı başına bir yazı olur. Ama o "helâl"i ve  içindeki kendi rolünü(katkısını) de sormak gerek Tanış'a.

“LÜTFEN BU YAZIYI PAYLAŞINIZ VE PAYLAŞTIKLARINIZA DA PAYLAŞMALARINI TAVSİYE EDİNİZ” ricasını kıramayarak(!) yazısını paylaşıyorum http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/firat-tanis-osmanli-kiyam-dizisinden-neden-ayrildigini-anlatti-haberi-63479  ve yanına onun “o” yorumunu da içeren benim yazımı koyuyorum http://hayatinnabzi.blogspot.com/2010/10/testosteron-bir-yoruma-cevap-frat-tans.html

Geçmişinizi “temizlemezseniz” gelecek ile ilgili “temiz” plânlarınıza kimse inanmaz.

Melih Anık 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Tiyatro “Deneme Tahtası” Değildir


Son zamanlarda sahnelenmiş bazı oyunlarda seyircinin “oturmadığı” oyunlardan söz ediliyor. Seyircinin “oyunun bir parçası”  yapıldığı bu oyunlarda seyirci ayakta durarak, mekân değiştirerek, zaman zaman eziyet çektirilerek oyun seyrediyormuş. Bunlar “galiba artık tiyatronun ölmediğini kanıtlamak için” bulunan bir yolmuş, “ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor”muş.

Tiyatro “âlem”inden bilgisi olanlar kimin, neyi, nasıl ve niçin yaptığını biliyor da yazıları nedeniyle kendisi “bir âlem” olanlar ise kişiliklerini yazıya döküyor, “âlem” yazılar yazıyor.

Bu “âlem” yazara göre “tiyatronun ölmediği kanıtlanıyormuş”. Bunu yapan tiyatrocu ise tiyatroya, biz ona “tiyatrocu” demişsek bize yazık! Tiyatronun kendisini kanıtlamaya ihtiyacı var mı! Elbette çok kişi seyretsin, oyun, piyes, gösteri, dizi, film, belgesel vs nedir ne değildir anlasın isterim. Tiyatro hep vardır, var olacaktır.  Bir an için tiyatronun olmadığını bir düşünün, “tiyatro yapma” “tiyatroya çevirdin” “burası tiyatro mu?” “tiyatroya git sen” “tiyatrocu mu olacaksın sen” “hayatım tiyatro” diyebilir misiniz? Kendinizi anlatabilmek için bile “tiyatro”ya ihtiyacınız var. Aslında SİZİ tiyatro anlatıyor ama SİZ henüz görmüyorsunuz, torunlarınız görecek “dedelerini”!

Bu “âlem” yazara göre, “öyle” yapılarak yani seyirci oturtulmayarak “ilgisi ayakta tutuluyormuş”.  “Âlem yazar”, insanın durumu ile tutumu arasında ilişki olduğunu belirtiyor. Ayakta iseniz ilgi “ayakta”, yatıyorsanız ilgi “yatakta”, uçuyorsanız ilgi “havada”… Oturarak seyredilirse ilgi “oturakta”.. Bu bağlantı da “âlem” olmuş.

Ayıptır söylemesi bizim de bu tür tiyatroya bir katkımız olmuştur. 1975 yılında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından oynanan “Akşam Erken İner Mahpushaneye” isimli oyunumuzda biz seyirciyi demir parmaklıklı bir hapishane koğuşuna çevirdiğimiz sahneye, hapishane müdürünün karşısından tek tek ve sorgulayarak, ismini ve suçunu kaydederek geçirmiş ve sokmuştuk. O dönemde çok da yaygın olan hapishane edebiyatından yaptığımız bir derleme metni, meydancıların yönlendirmesiyle sürdürülen doğaçlamayla iç içe geçirerek bir oyun oynamıştık. Oyuncular yanlarına oturan seyircilerle sohbet ediyor, onların suçlarını öğrenmeye çalışıyor ve önceden hazırlanmış bir metne bağlayarak oyunu oynuyordu. Amacımız hapishanede geçen 24 saatin içindeki aramalar, dışarı çıkarılmalar, yemek yapmalar, yemeler vs den oluşan olaylarla  “hapislik” duygusunu yaşatmaktı. Oyun sonunda seyirciler(tutuklular) tek tek isimleri okunarak müdürün karşısına getiriliyor, kendilerine nasihat ediliyor ve tahliye oluyorlardı. Bu sırada pişmanlıklarını dile getiren seyircileri duydum.

İçerdeki o ortamda seyircilerin tavırları değişiyor, kimi çocuklaşıyor, kimi kendi uydurduğu suçun altında eziliyor, kimi saldırganlaşıyordu. Bir gece, içeriye attığımız bir seyircinin oyun henüz başlamamışken  fenalaştığı haberi verildi. O seyirciyi tahliye ettik. Ben kendisiyle konuştum. Meğerse hapisten çıkalı 3 gün olmuştu; “o” korku ve sıkışmışlık hâli nüksetmişti.

Şimdi seyirciyi oyunun “parçası yapmaya çalışan” o oyunları düşündükçe ilk, onu hatırlarım. Duru Tiyatro’nun “Bana Bir Picasso Gerek” isimli oyununda da seyirci karanlık dehlizlerden gestapoların arasından geçirilerek karanlık ve izbe bir mekâna götürülüyordu. O oyunu yazdığımda da bu duygularımı paylaşmıştım.( http://melihanik.blogspot.com/2009/02/duru-tiyatro-bana-bir-picasso-gerek.html)

Seyircinin oyuna katılması fikri yeni bir buluş değil. “Tiyatronun ölmediğini kanıtlamak” ya da “ilgiyi ayakta tutmak” için de başlatılmış değil.  Bizim gibi çağı yakalayamamış ülkelerde “ilginç” sayılan denemeler olur, ilgi çeker ama ilgiyi ayakta tutmaz.  Aynen “in-yr-face” model tiyatronun bizde çıkışı ve modasının geçmekte oluşu gibi. Tiyatroda “avangard”, bir ihtiyacı karşılamak için, mevcut metin ve söylem yetmediği zaman ortaya çıkar. Yâni bir ihtiyacın karşılığıdır, “orijinallik” olsun diye yapılmaz. Yapanların konuyla ilgili birikimlerinin olması beklenir. Tüm koşullar yerinde değilse benim “bekleme” performansında(?) başıma gelen olur. (http://melihanik.blogspot.com/2012/05/mekan-artda-hayatmn-performans.html) Bir araya getirdiğiniz insanları saatlerce “bekletip”, onları “dikizlerseniz” bir yere varamazsınız. Zira önce “bekleten”de oturmuş bir felsefe ve onun neyi, niçin yapmakta olduğunu bilmesi gerekir. Aksi halde seyirci “yararsız kobay” olur. Bugünün ortamı “avangard” sayılacak pek çok denemeye gebe ama onu görecek ve sunacak “yürek” ve “zekâ” gerekiyor. Zira “avangard” izin beklemez.

“İlginçlik” diye başlayanın modası çabuk geçer. Geçer ama bu tiyatroya ilgiyi ayakta tutmak yerine “bir seksen” yere de yatırabilir. Bu nedenle tiyatronun “deneme tahtası” olmadığını hatırlamak, hatırlatmak her tiyatrocunun sorumluluğudur.

Melih Anık

Not:
Akşam Erken İner Mahpushaneye isimli oyunun derleyen ve yönetenlerden biriyim. Oyunun ismini,  Ahmed Arif’in bir şiirinden almıştık. Oyun  Ahmed Arif, Hasan İ.Dinamo, Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin, Attilâ İlhan,Can Yücel şiirleri ile Çetin Altan, Emin Bozarslan, Namık Behramoğlu, Demirtaş Ceyhun, Kerim Korcan, Erdal Öz, Sevgi Soysal, Kemal Tahir, Adnan Veli’nin eserlerinden derlenmişti.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Mimesis’in “Eylemliliği”


Mimesis “Tiyatrocuların Eylemliliği” başlıklı bir editör yazısı yayımlamış. Kim yazmış? “Editör”. Editör kim? “Duruma göre değişiyor. Kimin eli ererse. Ama diğer editörlerle konuşuyor.” (Bana daha önce verilen cevaba göre ben verdim sorduğum soruların cevaplarını.) Yâni “nöbetçi editör” yazmış yazıyı. Ama “Editörün ismi yok!” "Ortak akıl"  herhalde! 

Ben ne söylediğine değil nasıl söylediğine bakacağım “Editör”ün?
Duru Tiyatro’nun durumu için yetkililer kira ve elektrik giderlerinin uzun süredir ödenmediğini ifade ederken, Beyoğlu Belediyesi Muammer Karaca Sahnesi’nin depreme dayanıklı olmadığını ifade ediyor” ifadesi bunun için uygun bir örnek.

Yani bir taraftan “iki tiyatro mekânsız kaldı” derken diğer taraftan da birinin borcu vardı diğerinin binası da tehlikeli idi gibi bir “nesnel”(?) yaklaşım “göstereceksiniz”, hemen arkasından “Sorulduğunda son yıllarda ne kadar çok sahne açıldığını rakamlarla gözümüze sokan bu anlayış, bu sahnelerin kullanımı için gereken eş-dost bağlantılarını veya talep edilen ücretleri söylemeyi unutuyor” diyerek “birilerine” “çakacaksınız”! Kim onlar? Borcunu ödemeyen Duru Tiyatro ve tehlikeli binada oturan Dostlar Tiyatrosu’nun isimlerini açıkça verirken “son yıllarda ne kadar çok sahne açıldığını söyleyen ama kullanımına sıra gelince yüksek ücret talep edenleri” “es” geçeceksiniz, öyle mi?

Sonra da “Velev ki bunlar doğru olsun”!  

Biz de size “aslan çocuklar” mı diyeceğiz?

Ardından “kendi sorununu şu ya da bu şekilde çözdüğünde işine gücüne dönüyor” diyerek tiyatroculara “çakacaksınız” ama gene “ortadan”. Kim o tiyatrocular? Hepsi mi? İsmi olmayan “Editör”  “çaktıklarını da isimsiz bırakmış”!

En sonda da bilgece(?) bir bitiş cümlesi: “süre giden sessizliğe bakarak bu konunun da kısa sürede unutulacağını söylemek kehanet olmayacak.”

Peki siz ne güne duruyorsunuz? Unutturmamak sizin göreviniz değil mi? Siz –artık nasıl olursa- ses çıkarsanıza!

Ama bir yazı içinde bu kadar “slalom yapan”, “hem nalına hem mıhına vuran” Mimesis, kendini kurtarmış, "balkona çıkmış" (!)

Haldun Taner için aklınıza geleni yazdınız. Birkaç yazı da bunun için yazıverin canım! Ama "editörün ismi olsun"!

Sevsinler sizi! Sizin “eylemliliğinize” ne demeli?

Melih Anık

25 Kasım 2012 Pazar

Ne Bu? “Eleştiri” mi?


Yazı yazmak zor bir iş. Yazı yazan herkese saygı duymaya çalışıyorum. Bazen dayanamadığım anlar oluyor. İşte o anlardan birindeyim. Meselem İhsan Ata değil tiyatro eleştirmenliği ve sapla samanı ayıramayan tiyatro camiası. İhsan Ata’yı örneklediğim için önce kendisinden sonra tüm tiyatroculardan özür dilerim.

Yazar İhsan Ata..  http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0hsan_Ata adresinde kendisinden şöyle bahsediliyor:

24 Kasım 2012 Cumartesi

Canınızı Sıkacağım, Özür Dilerim!


23 Kasım 2012 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ini 17.sayfasında yan yana iki yazı vardı. Biri Zeynep Oral’ın köşe yazısından “büyütülmüş yazısı(“Karaca Tiyatrosu Yıkılmasın”)  diğeri Ahmet Cemal’in köşe yazısı(“Kapanacak Olan Duru Tiyatro Değil”).

Zeynep Oral, 33 yıl önceyi anımsatıyor, “1979 yılının güneşli bir sonbahar sabahı”  tiyatromuzun en ünlü isimlerinin Karaca Tiyatrosu’nun önünde toplandığını, İstanbul Sular İdaresi tarafından yıktırılmak istenen, tiyatro tarihimizin abidelerinden biri olan Karaca Tiyatrosu’nun yıkımını nasıl önlediklerini şu sözlerle anlatıyordu:  “Hep birlikte sanatçısı, izleyicisi, basını öyle bir haykırdık ki, o yıkımı durdurduk…

23 Kasım 2012 Cuma

Fırat Tanış Diye Biri


Bir zamanlar Oyun Atölyesi’nin “tetikçisi” olan Fırat Tanış gürlemiş.(!) Meğerse Dot, Oyun Atölyesi sigortasız işçi çalıştırıyormuş.

“Tetikçisi” diyorum çünkü onun Oyun Atölyesi’nde sigortasız çalıştığı günlerde yazdığım bir yazı nedeniyle tüm Testosteron ekibi olarak  beni “çocuk tacizcisi” olarak suçlayanların başında kendisi geliyordu. (O saldırı sırasında yorum yazmayan bir tek Emre Karayel vardı. Oyun Atölyesi’nin gişecisi Barış dahil olmak üzere tüm çalışanları üzerime atlamak, “birilerine” yaranmak için birbiri ile yarışmıştı. Kemal Aydoğan Tiyatro Dünyası’na yazımı kaldırtmak için baskı yaptı ama “kendi adıyla” yorum yazmadı. Kim o oyuncuları kışkırttı acaba?) http://hayatinnabzi.blogspot.com/2010/10/testosteron-bir-yoruma-cevap-frat-tans.html

“O” Fırat Tanış, beni “öyle” suçlamaktan utanmadığı o ahlâk anlayışıyla Antalya Film Festivali sırasında bir şarkıyı ters yüz ettiği için(“Hamlet’e tesbih çektirerek”) “kahraman” seviyesine çıkartıldı.

Bugün tiyatro dünyası, geçmişindeki “pisliği” temizlememiş birinin yazdığı twitleri ciddiye mi alacak?

Gidin http://www.tiyatrodunyasi.com/makaledetay.asp?makaleno=924 adresindeki yorumları bir okuyun. 

Fırat Tanış’ın ve de Kemal Aydoğan’ın yöneticisi olduğu “Oyun Atölyesi Cemaati”nin gerçek yüzünü “orada” bulacaksınız.

Ben içine girdikçe kaçmaya çalıştığım bu tiyatro dünyasındaki etik değerleri sorguluyorum. O günlerde başka işlerle meşguldünüz, beni tanımıyordunuz, ya şimdi?

Susacak mısınız? Fırat Tanış’ın twitlerini, “damardan” yaptığı “tornistan şarkıları” ciddiye mi alacaksınız?

Melih Anık

17 Kasım 2012 Cumartesi

Bir Yönetmene Mektup


Sevgili Yönetmen,

Bana bir soru sormuşsun.  Bunun cevabı yazdığım yazı ve "twit"lerde var. Ama takip edememiş olduğunu düşünerek sorunun cevabını vermeye çalışacağım.

"Twitter çıktıktan sonra mertlik bozuldu" diyebiliriz sanırım. Twit'lerin anlam ifade ettiği bir zamandayız.

Zamanımızda tiyatrocuların tek derdi var, bahsedilmek. (Seni tenzih ederim)  Ama ben adım geçti, beni yazdı diye her yazıyı RT etmem. Her yazı yazana AYNI değeri vermem. RT etmek “değer vermek” anlamına geliyor. Zira "benim hakkımda yazmış okuyun" demek. Başka bir bakışla "ben bana sövse de RT ederim" de denilebilir ama bunu yapmak o kadar da kolay değil, algı da öyle değil. Başka bir bakış açısı ise "Aramı bozmayayım. Madem yazmış yazısını yayayım" demektir.

Beni ısrarla oyunlarına çağıranlar yazdığım yazı istedikleri gibi çıkmayınca internet sayfalarına koymuyor. Anlıyorum. Hatta hak da veriyorum.  Ama aynı kişiler beni yeni oyunlarına çağırdıklarında hatırlatıyorum.

Yönettiğin oyun, arkasında durduğum bir oyun oldu. Bunu seninle de paylaştım. Amacım seni övmek değil bana müthiş bir keyif veren bir oyunu yazmaktı. Yazarken de çok keyiflendim. Şunu  söylemek zorundayım -alçak gönüllü olmanın anlamı yok- ben bu yaşıma kadar böyle bir yazı okumadım. Yazının iyi kötü oluşu değil verilen emek, araştırma vs lerden bahsediyorum. Yazdığım kendi keyfimle ilgili olduğu için teşekkür de değil beklediğim. Ancak benim yazımla, oyunda ilgisiz şeylerden bahseden bir yazı AYNI değil.

Eleştiri seçmektir. Eleştirilmek isteyen de seçici olmak zorundadır. Kendisi hakkında yazılan her yazıya AYNI değeri vererek denge tutturma gayreti benim için takdir edilecek bir şey değildir. O zaman sahnede yarattığına hayran kaldığım biri nasıl olur da bu ayrımı koyamaz diye sorarım. Yoksa o, sahnede gördüğüm değil miydi?  Eleştirinin iyi olabilmesi tiyatrocuya da bağlıdır. Hem yaptıkları hem de eleştiriye karşı duruşu ile.

Eleştirinin seyirci açısından Türkiye'de hükmü de yok. Ama ödül jürilerinin eleştirmenlerden oluştuğunu düşünürsen ki bu da yanlış ama gerçek, tiyatrocu “ahbap çavuş” ödüllerle avunmaya çalışıyor. Bu böyle gitmez kimse bundan yarar sağlamaz, tiyatro da..

Oyundaki ince oyunculuklarına dokunan bir yazıyı "görmezden gelmek" (oyuncularına sorar mısın lütfen) ne demek? Böyle eleştirileri çok mu aldılar? Yoksa onlar da hesap peşinde mi?

Bunları açık açık yazdığımda algı şu olacaktır: “Adam övülmek istiyor.” Oysa övülmek değil, takdir etmesini bilen tiyatroculara saygı duymak istiyorum. Onları sahnede canlandırdıkları karakterlere inanabilmem için onların yüreklerinin titrediğini hissetmem lâzım.


Tiyatro yazıları yazmaya başladıktan sonra hayâllerimdekilerin yıkılmasına üzülüyorum. Zira o tiyatro dünyası benim hayâlini kurduğum dünya değil. Sahne sahte..

Sevgi ve saygılarımla.

Melih Anık

Coşkun Büktel Ölüleri Gömün Yazıma İtiraz Etmiş


Coşkun Büktel, Ölüleri Gömün oyunu için yazdığım yazıdan   “anlamadım” diye aldığı bir paragrafa  altı paragraflık cevap yazarak gayet iyi anladığını göstermiş.

Oyunun onun çevirisinden aldığım şu cümleyi hatırlatmak isterim: “Yarın akşam başlayacak olan savaşın ikinci yılı” / “Time: The second year of the war that is to begin tomorrow night”

Bu cümlenin içinde “tüm” savaşlar var zaten. Bu cümlenin geniş ufkunu düşündüğünüzde sahnedeki oyun “hapsedilmiştir”. Bu bir “aşağılama” değildir, yazımın tümünden bu yargıyı çıkarmak için önyargılı olmanız gerekir. Oyunu başarılı bulduğumu anlamış olan birinin aynı zamanda prodüksiyonu aşağılamış olduğumu söylemesi de tuhaf değil mi?

Son günlerde karşıma çıkan “asparagas tiyatrosu” tanımını da kitabını okumadığım için duymamışım demek ki. Bulur da kitabını okursam Coşkun Büktel’in ne demek istediğini daha iyi anlayacağımı umut ediyorum. ("Yönetmen Tiyatrosuna Karşı" isimli kitabını piyasada aradığımı, verilen adreslerde bulamadığımı belirtmek isterim.)

Benim kitabım yok ama ben de Coşkun Büktel’e tüm yazılarımı okumasını tavsiye ederim. O zaman sanırım benim "’daha farklı nasıl yapılırdı?’ sorusuna” kafayı takmadığımı anlayacaktır. Ancak sahnede “farklılıklar olduğunu” söylediğine göre bunun işin doğasında olduğunu onaylamış oldu. 1936 tarihli bir oyun 2011’de sahnelendiğinde “farklılıkların” olmaması normal değil zaten. Her şeyden önce seyirci farklı. Benim peşinde olduğum “anlatmak”tır. Tiyatro “anlatır”.

Sahnede “İsrail, Irak ya da Suriye'nin olması ya da adlarının geçmesi” değildir maksadım. Irwin Shaw doğal olarak kendisinden sonraki savaşları görmemiştir. Oyun, bugünün seyircisine içinde yaşadığı ve hayatını etkileyen savaşlara dair bir şeyler söylemek zorundadır. Yani seyirci salondan çıkarken “1936’da öyle bir savaş olmuş” izlenimi ile ayrılmamalıdır. Bu tüm oyunlar için de böyledir. Ben yazarı tahrif eden tüm oyunlara karşı çıktım. Ama bu yazarın dediklerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamanın önüne geçmemelidir.

Ben “sıradan” bir seyirci değilim. Ben bu oyun nedeniyle içinde yaşadığım coğrafyayı ve savaşları düşünmüyorum, onları düşündüğüm için bu oyuna gidiyorum. Sorun “sıradan” bir seyircinin ne anladığıdır.

Coşkun Büktel’e tavsiyem tv için yazdığı senaryolar ve şu sıralarda okumakta olduğum İkinci Geliş romanında seslendiği seyirciyi ve okuru düşünmesidir.

Melih Anık

Ölüleri Gömün oyunu için yazdığım yazı:
Coşkun Büktel’in cevabı:
http://www.facebook.com/coskun.buktel/posts/515986321752816)

NOT:

Coşkun Büktel cevap yazmış.Cevabına bağlantı vermeyi gereksiz buluyorum. Zaten aşağıdaki cevabım ne olduğunu anlatacaktır:

"Cevabıma çıkarttığınız sesi duydum."

14 Kasım 2012 Çarşamba

ANTONİUS ile KLEOPATRA’nın Oyuncularına Açık Mektup


Zerrin Tekindor, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal, Evrim Alasya, Muharrem Özcan, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya,Tuğçe Karaoğlan, Mehmet Özbek

Dikkatinizi çekmiştir hitap satırında iki isim yok. Biri Oyun Atölyesi’nin patronu. Bir zamanlar oyunculuğunu beğendiğim bir aktördü ama son yıllardaki çıkışları nedeniyle ona karşı olan sempatim yok oldu, benim için inandırıcılığı sona erdi. Diğeri ise oyunun yönetmeni. Onun neden olmadığını da siz benden daha iyi biliyorsunuz.

Antonius ile Kleopatra oyununa Kevork Malikyan(Enobarbus)  ile başladınız. Londra’ya gidene kadar her şey yolunda gitti. Nedense Malikyan Londra’da provalara gelmedi. Siz Globe’daki gösteriniz için onsuz bir çözüm bulmaya çalıştınız. Elbette bu geçici bir çözümdü, günü kurtarmaya yönelikti. Neyse ki Kevork Malikyan Globe’da sahneye çıktı da siz İngiliz seyirci önünde utanacak bir duruma düşmediniz. Ancak siz İstanbul’a dönerken Kevork Malikyan dönmedi. Onun hakkında tazminat talebiyle dava açılması düşünüldü.

İKSV Tiyatro Festivali’ndeki gösterilerden başlayarak Haziran 2012’deki gösterilerde Kevork Malikyan ve Enobarbus sahnede yoktu. Oysa oyunun biletleri Kevork Malikyan varmış gibi satıldı. O sıralarda satılan oyun dergisindeki kadroda Kevork Malikyan vardı ama sahnede yoktu. Oyun Atölyesi’nin internet sayfasında Kevork Malikyan’ın ismi çıkarıldı. Rol dağılımı belli olmadığı için Enobarbus var mı yok mu belli değildi.

Bu akşam Biletix’in sayfasında  24 Kasım 2012 tarihli İzmir gösterinizin kadrosunda Kevork Malikyan’ın ismini gördüm. Biletix bunu kendi kendine koyacak değil ya Oyun Atölyesi’nden almıştır. Ülkemizin sayılı eleştirmeni Yaşam Kaya sizi övmeye ayırdığı yazısında Enobarbus’u Emre Karayel’in oynadığını yazmış. Ancak ben onun dediğine inanmadığım için son durumu en iyi sizden öğreneceğimi düşündüm. İçinizden adreslerini bulabildiğim beş isme(Zerrin Tekindor, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal, Evrim Alasya) “twit” yazdım ve Kevork Malikyan’ı(Enobarbus’u) sordum. Gerçi kuşkudayım ama cevap almayı diliyorum. Kuşku içindeyim çünkü içinizden hiç biri Enobarbus’suz gösterilerle ilgili medyaya hiçbir açıklama yapmadınız.  Ama merak ediyorum siz Kevork Malikyan’sız gösteriler öncesi seyirciye durumun açıklanması için ne yaptınız? Aranızda ne konuştunuz? O “ayıplı” gösterilerden sonra bırakın seyirciyi birbirinizin yüzüne nasıl baktınız? Merak ediyorum, çünkü sizler kısa ya da uzun tiyatro geçmişi olan ve  meslekleri nedeniyle halkın sevdiği, saygı duyduğu insanlarsınız. Bu sevgi ve saygıyı herhangi bir rolü güzel oynamanız yanında mesleğiniz ve de kişiliğiniz nedeniyle görüyorsunuz. Bu sevgi ve saygı, seyircinizi sahne dışında kandırmadığınız, dürüst insanlar olduğunuz için size gösteriliyor. İçinizden bazısı Testosteron oyunu ile ilgili yazdığım yazıya nasıl da yorumlar yazmıştı, hatırladınız mı? Siz böylesine mücadele seven gençlersiniz. Şimdi yapacağınız açıklama sizin durumunuzu ortaya koyacak. İzmir’de Kevork Malikyan var mı yok mu? Biletix’in ilanı yanlış mı? Enobarbus'a ne oldu? Ne yapacağınız şu açıdan da önemli: Tiyatrocu yanlışlarla mücadele eden insandır. Onun için sahne bir “yalan” değildir. Sahnedeki inandırıcılığınız sokakta nasıl durduğunuzla bir anlam kazanır. SİZ NASIL TİYATROCUSUNUZ? Tercih sizin.

Melih Anık

Not:
Bugün(15 Kasım 2012) Biletix twitter aracılığıyla bana bir mesaj gönderdi. Kevork Malikyan İzmir'de sahne almayacakmış. Yazımın hitabında Biletix olmamasına rağmen Biletix'den aldığım bu cevap bana açık mektubumun seslendiği kişilerin olaya müdahale ettiğini gösteriyor. Bunu olumlu buluyorum. Ancak şimdi  Enobarbus rolüne ne olduğunun açıklanması gerekiyor. Bunu da ancak sizler(yukarıda isimleri olan oyuncular) yapabilirsiniz, yapmalısınız. Zira Globe'dan geldikten sonra "Antonius ile Kleopatra", "Globe'da sahnelenen oyun" olarak tanıtılıyor. Oysa Haziran 2012'den itibaren o, farklı bir oyun artık. Bunun sorumluluğunun bir kısmı da sizlerin omuzlarınızda.


Savaş Aykılıç'a Göre Antigone ile Prometeus


Savaş Aykılıç o “meşhur”(nasıl olmasın o “ayarsız” övgülerle) yazısında iki oyunu karşılaştırmış ve demiş ki:

Antigone ne anlatıyor?

Aiskylos, “Prometeus” ile ne anlatıyorsa onu:

Ey seyirci! Ey vatandaş! Aklını (Zeus) ve öngörünü (Prometeus) bağdaştır, barıştır, sentezle; eğer trajedilerden uzak, barışık ve mutlu yaşamak istiyorsan!

"Peki “Antigone” ne anlatıyor? Oyun seyirciye ne diyor? Ne demek istiyor?

Ey seyirci! Ey meclis! Ey vatandaş! Ey bu oyunu seyredip hayat üzerine yeni yargı(lar) ve karar(lar) verecek olanlar!… Devletin yasaları (Kreon) ile ilahi /Tanrısal yasalar çelişmemeli, uyuşmalı ve sentezlenmelidir. Yoksa hem Kreon (iktidar) ve hem birey; Antigone, Prens Haimon, ana kraliçe Euridike ve giderek bütün bir toplum/halk (aynı kandan ve aileden de olsalar) trajedilerden, felaketlerden ve acılardan kurtulamaz…"

Birinde akıl ile öngörünü bağdaştır, barıştır, sentezle” ; diğerinde “devletin yasaları (Kreon) ile ilahi /Tanrısal yasalar çelişmemeli, uyuşmalı ve sentezlenmelidir

İki cümleyi ortak “bağdaşma-çelişmeme, barış-uyuşma ve sentez” ile bitirince aynı(?) şey anlatılmış olunuyor demek ki.

Her ikisi de aynı kapıya çıkıyormuş:

"trajedilerden uzak, barışık ve mutlu yaşamak istiyorsan"
"trajedilerden, felaketlerden ve acılardan kurtulmak istiyorsan"

Böyle aynı kapıya çıkan çok oyun var.

Birinde “akıl ve öngörü” diğerinde “devlet ile İlâh” varsa ne umurun!

Allah için aynı şeyi anlatıyormuş iki oyun!

Antigone'yi  "uyduramazsanız"  Prometeus'u verelim! 


Melih Anık

Hadi Bakalım TEB, Göster kendini!


Kadıköy Anadolu Lisesi bünyesinde bulunan Duru Tiyatro'ya ait salonun tahliyesinin istenmesini Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı Üstün Akmen "kıyım" olarak değerlendirmiş. (http://tiyatroelestirmenleribirligi.org/haberler/342-uestuen-akmen-kiyima-duru-tiyatrodan-baslamak-istiyorlar)

ÜSTÜN AKMEN: “KIYIMA DURU TİYATRO’DAN BAŞLAMAK İSTİYORLAR”  başlığı ile yayımlanan  bildirisinde “Bizler, UNESCO'ya bağlı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin birer üyesiyiz ve Kamil Onaran'ın marifetini ibret için yedi düvele ilan edeceğiz.” demiş.

TEB’in tüzüğünde  “UNESCO'nun bir yan kuruluşu olan, kısaca A.I.C.T diye anılan "Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (Association Internationale des Critiques de Theatre) - Paris" ile mesleki, bilimsel ve teknik alanlarda işbirliği yapar” yazıyor.

"Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (Association Internationale des Critiques de Theatre) - Paris" in sayfasında Unesco ilişki şöyle tanımlanıyor:

The International Association of Theatre Critics (IATC) is a Non Governmental Organization benefitting under statute B of UNESCO.

The dissolution of the IATC shall be decided by a vote of three fourths of the Member Associations. Any remaining contributed funds shall be disbursed according to the original conditions of gift and the IATC's surviving assets shall be remitted to UNESCO.

Yani neymiş?

TEB, "Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (Association Internationale des Critiques de Theatre) - Paris"e “BAĞLI” değilmiş.("Gönül bağı" başka!)

Zaten “The International Association of Theatre Critics (IATC)” de Unesco’dan belli kurallara göre yararlanıyormuş. UNESCO’dan parasal destek aldığı için de bir gün kapanması gerekirse fonları Unesco’ya devredilecekmiş. Yani İATC’nin Unesco’ya bağlılığı da tartışılır. Bu durumda “UNESCO'ya bağlı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin birer üyesiyiz” ifadesi de “suyunun suyu” olur. 

TEB Başkanı “TEB olarak” bildirmemiş de “birer üyesiyiz” demiş, kendi adına konuşmuş. ("Birer askeriyiz" gibi olmamış mı Allahaşkına!) Anlaşılan gene iş TEB Başkanı’na düşmüş. Tek başına “çırpınıyor”.  Ama bu “yedi düvele ilan”, AKM’nin işgali gibi olursa diye de çok korkuyorum. UNESCO ve IATC  ile korkutacaksan önce o uluslar arası söyleme “bağlı” olman gerekir. Malûm tüm dünyanın çok hassas olduğu “intihal” olayı var ya.

Gene de bekliyorum “yedi düvele yapılacak ilanı”. Hadi bakalım TEB'ciler, gösterin kendinizi!

Melih Anık

13 Kasım 2012 Salı

Ah “Hocam” Ah! Ayşegül Yüksel'in "Cesaret Ana ve Çocukları" Eleştirisi


Prof.Ayşegül Yüksel bugün(13 Kasım 2012) Cumhuriyet Gazetesi'nde Ayşe Emel Mesci’nin yönettiği “Cesaret Ana ve Çocukları” oyununu  “Brecht’çe Bir İbret Oyunu” başlıkla “eleştirmiş”.

Demiş ki:
Ayşe Emel Mesci’nin Devlet Tiyatroları’nda ilk kez sahnelenen “Cesaret Ana”nın Ankara DT yapımını kotarırken titiz bir çalışma yaptığı görülüyor.”

 “ Brueghel’in resimlerini andıran biçimde “uzak açı” gözetilerek yerleştirilmiş( dekor tasarımı Murat Gülmez’in tarihsel gerçekleri yansıtan giysi tasarımı İnci Kangal’ın). Osman Uzgören’in puslu ışık tasarımı da savaş alanlarının anlatımına “masalsı uzaklık” sağlıyor..”

Öte yandan oyunda yeni bir epizod başlarken 20. Yüzyılın savaşlarına ilişkin görüntüler, sahnenin ön düzeyindeki perdede sinevizyon yoluyla dile geliyor ve tarihten günümüze ulaşan çağrışım alanları yaratıyor.”

Sonuç olarak da savaş üstüne yapılan tartışmanın duygusal olarak “masalsı” uzaklıktan ama ‘güncel’ düşünsellikle algılanması sağlanmış.”

Masal ile gerçek arasındaki ilişki bir de şarkılar aracılığıyla belirleniyor. Paul Dessau’nun “lied” geleneğine yaslanan müziği ile Brecht’çe ironiler içeren şarkı sözlerinin çeliştirilerek savaş üstüne tartışma yaratma amacı, şarkı sözlerinin Türkçe’de yeterince vurgu almayışı nedeniyle tam olarak gerçekleşemiyor. Kimi oyuncuların şarkı performansı yeterli değil.”

Yönetmen Mesci’nin yaratıcılığı, yapımı,görsel/işitsel öğelerin kullanımı ve oyunun akışı açısından kusursuza ulaştırıyor.Oyuncular her bölümde yansıyan “toplumsal duruş”u belirlemede başarılı. Cesaret Ana’yı oynayan Sükun Işıtan ise gerek doğal oyunculukla teatral oyunculuğu dengelemesiyle, gerekse şarkıları yorumlayışıyla “sevimsizliği içinde acınası” olabilen Brecht karakterini soluklu kılıyor.

Keşke metnin -cümle ya da replik düzeyinde- cımbızlanmasıyla oyun zamanı kısaltılmış olsaydı. O zaman oyuncular “söz fırtınası”na kapılacaklarına, “söylem”in seyirci tarafından daha kolayca algılanabildiği bir oyunculuk oluşturabilirlerdi.”

YİNE DE PARLAK YANLARIYLA ÖNE ÇIKAN DEVLET TİYATROLAR’NA YAKIŞIR BİR ÜSTÜN-YAPIM VAR KARŞIMIZDA.İZLEYİN!”

Yâni, karşımızda:
“Titiz”
“Kusursuza ulaşmış”
“Tarihten günümüze ulaşan çağrışım alanları yaratan”
“Savaş üstüne yapılan tartışmanıngüncel’ düşünsellikle algılanması sağlanmış”
“’Toplumsal duruş’u belirlemede başarılı”

“Tarihsel gerçekleri yansıtan giysi tasarımı olan”
"’Sevimsizliği içinde acınası’ olabilen Brecht karakterini soluklu kılan  bir baş rol oyuncusuna sahip


bir oyun var.

GERÇİ :
“…  savaş üstüne tartışma yaratma amacı, şarkı sözlerinin Türkçe’de yeterince vurgu almayışı nedeniyle tam olarak gerçekleşemiyor. Kimi oyuncuların şarkı performansı yeterli değil.”
 “Keşke metnin -cümle ya da replik düzeyinde- cımbızlanmasıyla oyun zamanı kısaltılmış olsaydı"
“Oyuncular ‘söz fırtınası’na kapılacaklarına, ‘söylem’in seyirci tarafından daha kolayca algılanabildiği bir oyunculuk oluşturabilirlerdi"

AMA….
  “PARLAK YANLARIYLA ÖNE ÇIKAN DEVLET TİYATROLAR’NA YAKIŞIR BİR ÜSTÜN-YAPIM VAR KARŞIMIZDA. İZLEYİN!”

Ah “Hocam” Ah!

Melih Anık

5 Kasım 2012 Pazartesi

Tuncay Özinel’in İsyanı ve "Oyun" Böyle..


Tuncay Özinel, bazısı ile aynı mektubun hitap satırında yan yana gelmek bile istemediğim kişilerin arasında bana da yer vermiş ve İBBŞT Sanat Yönetmenliği’ne gönderdiği mektubu benimle de paylaşmış. Bana yer vermiş olmasını onun verdiği değer olarak alıyor ve teşekkür ediyorum. Tiyatromuzu ilgilendiren konularla ilgili görüşlerimi ifade olanağı veren bu gibi olanakları fırsat sayıyorum. Bu nedenle görüşlerimi yazmak istedim. Umarım Özinel’e de yararlı olurum.

Tuncay Özinel, teklif etmiş olduğu “ Yüzleşme”, “Nice Yıllara” ve “Yaşamın Sesi” isimli oyunlarının İBBŞT’nın  15 Kasım 2011 tarihli toplantısında kabul görmediği ile ilgili 10 Ekim 2012 tarihli bir cevap aldığını belirtiyor. “Kabul görmediği” herhalde “repertuara kabul edilmedi” anlamına geliyor. Oyunlar, 15 Kasım 2011 tarihli toplantının gündemi olduğuna göre demek ki çok daha önceden İBBŞT’na sunulmuş. Toplantı tarihine bakarak oyunlar ile ilgili karar Ayşenil Şamlıoğlu’nun Genel Sanat Yönetmenliği döneminde alınmış. Şamlıoğlu, 29 Mayıs 2009 tarihinde İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği görevine getirildi. Ondan önce 8 Ocak 2008 tarihinde İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği'ne getirilen Orhan Alkaya var. Şimdilik Genel Sanat Yönetmeni ise Hilmi Zafer Şahin.  Toplantı kararını toplantı tarihinden bir yıl sonra gönderen yönetim düzenini dikkate aldığımızda oyunların  Orhan Alkaya döneminde sunulmuş, Ayşenil Şamlıoğlu döneminde karara bağlanmış ve Hilmi Zafer Şahin döneminde bildirilmiş olması bana hiç de tuhaf gelmiyor. Öyle düşünmek "ateşimi alıyor". Size “absurd” mü yoksa “satirik” mi geliyor?

Tuncay Özinel’in kelimeleriyle :
Selim İleri ‘Nice Yıllara’ isimli oyun için ‘yer yer Çehov’ demiş.”
“Yüzleşme için Devlet Tiyatroları baş rejisörü Erhan Gökgücü ‘Bu da oyun mu!’ demiş ama  Yüzleşme’yi  Lionslar ve Marmara Üniversitesi yılın oyunu seçmiş; tarihçi Mehmet Çelik , eleştirmenler Seçkin Selvi ve Üstün Akmen, Ülkücülerin avukatı Kerinçsiz, İlâhiyat Fakültesi’nden Prof. Cahit Baltacı ve Gülen cemaati yayını “Sanat Alemi.net”  (oyun hakkında) methiyeler düzmüş. Oyun  Afife Jale’ye aday gösterilmiş.  Aydınlık dergisinde ve bir çok gazetede “Koşun Yüzleşme’yi izleyin “ diye yazılar çıkmış. Ülkemizde ilk kez müthiş bir politik konsensüs sağlanmış.”
 ‘Yaşamın Sesi’ isimli oyun ile ilgili Tuncay Özinel  “Bu ülkede yaşananlara seyirci kalmamak ve taşın altına sanatçı olarak eli sokmak adına yazılmıştır. Çünkü bu oyun Kürt olayını irdelemekte ve PPK’nın eline silahı kimin verdiğini anlatmaktadır. Devlet Tiyatroları'na vermiştim onlar da duyarsız kaldılar. Sizler başka bir ülkede yaşıyorsunuz ya, o nedenle tabi bu ülkenin sorunları sizi ilgilendirmez” demiş.

Oyunlar hakkında yapılmış tanıklıkları öğrenince benim görüşümün ne önemi var. Benden bu konuda bir görüş istenmediğini anlıyorum. Ama konuyla ilgili başka görüşlerimi belirtmemde bir sakınca olmasa gerek.

Benim bu konuda bir deneyimim yok ama yaygın kanı odur ki ödenekli tiyatro repertuarlarına "oyun sokmak" bir “beceri” işidir. Bu “beceri”yi ben tanıyorum. Kamu salonlarına tahsis alma, belediyelere oyun satma, kamu festivallerine çağrılma, yönetimlerde “bizim” adamımızı yerleştirme “beceri”leri  benim çok iyi bildiğim ihale işlerine çok benziyor. Geçmişte bir ihalede verdiğimiz teklifin başka bir şirketin kollanması nedeniyle reddedilmesi üzerine ben isyan etmiştim ama benden çok daha tecrübeli olan patron beni sakinleştirmiş “Olur böyle şeyler, bir dahaki sefere bizi seçerler” demişti. O zaman çok gençtim anlamamıştım. Ama hayat bana öğretti. “Oyun” böyle…

Tuncay Özinel’in oyunlarının değerinin anlaşılmaması karşısında incinmemiş olduğunu sanıyorum zira o oyunlarının değerini biliyor. "Değer" bir gün mutlaka anlaşılır, "iyi olan" nasılsa kazanır. Dilerim "repertuarda  bekleyen 5000 oyun" arasına onun oyunları da girer, oyunu sahnelenir. Bu düzende bile bir gün herkese bir rol çıkar(sıra gelir). Şimdilik, oyunun iyi olup olmaması değil asıl sorun (herhalde). “Oyun” böyle..

Bu yazıyı, Türk Tiyatro tarihine ışık tutsun diye yazıyorum. Galiba Türk Müteahhitlik tarihini de aydınlatmış oldum.

Melih Anık

2 Kasım 2012 Cuma

Tiyatro Eleştirisinin Manifestosu


Oyundan bir manifesto çıkmasa da beğenilen bir rejiyi “kötü bulmamak” mümkündür.

Çiğ ışık  oyun sonu beklenmeden yâni  oyun başlar başlamaz eleştirilir. İnandırıcı ışık “eleştirmen puanı” toplar.

Dekor tasarımı seyirciyi diri tutmalı, sürekli uyarmalı oyuncunun oyunu ile doğrudan bağ kurmasına yaramalıdır.

Tasarlanmış giysiler gayet zevkli bulunsa da gömleklerin dönemselliğinden kuşku duyulabilir.

Koreografi, rolün dönüşümünün bedensel “eğretilemesini” simgelemesi açısından değerlendirilir.

Bilinç dışını akıl dışı büyüsellikle buluşturan mistik bir simge olan koreografi yürekten alkışlanır.

“Yani bana sorarsa (ki neden sorsun)” gibi “kendin sor kendin cevapla” yöntemi  eleştirinin gereğidir.

Role can verilirken rolü iyiden iyiye ezbere dayamak serbesttir.

Tutkuları değil, onun(?) bileşimini oluşturan duygular öne çıkarılarak iyi bir şey yapılmış olur.

Rolün duygularına doğrudan, hiçbir hazırlık ya da destek olmadan ulaşmaya çalışmak bir kusur sayılır.

Özdeşleşilecek karakterin dokusunun "nahif" maddesi vardır. O maddenin kavranması ya da o dokuyu çabuk yakalamanın zorluğunun bilincinde olmak gerekir.

Oyuncu yönetmene kendisini fiziksel olarak en yüksek derecede teslim edebilir.

Oyuncunun duygularını “psikolojik coşkularla” değil, somut ve olabildiğince net fiziksel aksiyonlarla aktarması mümkündür.

Oyuncunun rolünü kurmasına, temellendirdiği aksiyonlar yardımcı olabilir.

Oyuncu, rolünü fiziksel varlığında içtenlikle yaşarken, duygularını hiç mi hiç hareketsiz bırakmazsa iyi olur.

Dilin doğasındaki vurgulara; bazı sözcük vurgularında ses kontrolüne; yapım ekleriyle sözcüğü genişlettikçe vurguyu son heceye kaydırmaya daha bir dikkat etmek gerekir.

Oyuncunun amcası olan eleştirmen, oyuncuya beşibirlik gibi bir “aferin” verir.

(İmza) 

"Duayen" Eleştirmen


Not:

Ben okuduklarımdan aktarıyorum.
Melih Anık

“İtinalı Özen” ile Oyunlarınız Övülür


Yaşam Kaya’nın son   …..  yazısı “Tarihin Yok Edemeyeceği Büyük Aşk!”  Oyun Atölyesi’nin Antonius ile Kleopatra oyunu ile ilgili idi.  Yazıda beni ilgilendiren  “Enobarbus’u ve Pompeius’u Emre Karayel’in canlandırdığı”nı  “haber” veren ifade oldu.

Oyun Atölyesi’nin sayfasına giderek bu değişikliğin kaydedildiğini görmek istedim. Şu an(2 Kasım 2012) itibariyle durum şudur:




Yâni Oyun Atölyesi’ne göre Emre Karayel, “Pompeius/Scarus”tur.

Bu durum benim oyunu seyrettiğim akşam da öyleydi:



Ama o akşam o rol dağılımında gösterilen Enobarbus(Kevork Malikyan) sahnede yoktu.

Peki Oyun Atölyesi’ne göre “Pompeius/Scarus” olan Emre Karayel, Yaşam Kaya’nın yazısında nasıl “Enobarbus ve Pompeius” oldu. Ve Yaşam Kaya her rol ve oyuncu için “övgü” dağıtırken “Emre Karayel Pompeius’ta başarılı” deyip Emre Karayel’in oynadığı(?) Enobarbus için neden bir cümle söylemedi?

Aklıma gelen olasılıklar ve sorular şunlar:

Emre Karayel, Enobarbus rolünde anılmaya değer bir performans göstermediği için o roldeki performansından bahsetmeye değmezdi. İyi de Yaşam Kaya “Emre Karayel karakter değişimlerinde beden gücünü kullanmalı” derken ne demek istedi? Beden gücü isteyen rol hangisi?

Emre Karayel “Enobarbus ve Pompeius” olunca “Scarus” oyundan çıkarıldı. Oyun gene “bir eksikle” oynandı.

Oyunda “Scarus” vardı ama adı anılmaya değmez bir oyuncu tarafından oynandı.

Oyun Atölyesi internet sayfasını yenilemedi.

Enobarbus sahnede yoktu ama Yaşam Kaya “Enobarbus nerede?” diye soranlara inat “eli değmişken” tarihe bir not düşmek istedi ve “imza”sını attı.

“Tekindor ve Bilginer tarihin bu en büyük aşkına itinayla özen duymuşlar” ve  “Kleopatra’nın sarayını gösteren, Evrim Alasya, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya, Tuğçe Karaoğlan güzellikleriyle oyunu hareketlendiren isimler” diyebilen birini ciddiye aldığımı sanmayın.

Ben de tarihe not düşüyorum.

Melih Anık

1 Kasım 2012 Perşembe

Kemâl Başar’ın Romeo ve Jüliet İsyanı


Yönetmen Kemâl Başar beni de “eleştirmenden” sayarak basın mensupları ve eleştirmenlere gönderdiği mesajı bana da göndermiş. Doğrusunu isterseniz pek çoğu ile dünya görüşlerimiz tutmasa da isimleri bende saklı o ünlü  isimler arasında adımın geçmiş olması Kemal Başar’ın verdiği değeri göstermesi açısından bana onur verdi. Kemâl Başar’a teşekkür ederim.  Diğer kişilerin ne yapacakları beni ilgilendirmiyor. Ben, gerektiğinde polemikten de kaçmadığım için, benimle paylaşılmış bir husus hakkında görüşümün istendiğini anlıyor ve Kemâl Başar’ı inciten bir konu ile ilgili düşüncelerimi  paylaşma sorumluluğu hissediyorum.

Sorun, bir yönetmenin ödenekli tiyatroda yönettiği, eleştirmenlerden olumlu görüşler almış,hemen her temsili dolu salonlara oynanan yani üç yıldır seyircinin eksilmeyen ilgi ve beğenisi  devam eden, çok ödüllü bir  oyunun( baş rol) oyuncusunun kurumdan ayrılması nedeniyle yönetmenin fikri alınmadan, çözüm arama gayreti gösterilmeden oyunun keyfi olarak gösterimden kaldırılmasıdır.

16 Ekim 2012 Salı

Selim Atakan’ın Vişne Bahçesi “Twit”leri Üzerine


Selim Atakan, Vişne Bahçesi üzerine yazdığım yazıyla ilgili düşüncelerini son derece zarif “twit”lerle bana yazmış. Müzik alanındaki ustalığının sanatçı kişiliğinin bir yansıması olduğuna inandığım için ifadelerinde kendini ikinci plana atışın, tevazuundan geldiğini düşünüyorum. Değer verdiğim bir kişi olarak yazdıklarını anlamaya çalıştım. Beni lâyık gördüğü yer ve nazik ifadeleri için kendisine teşekkürlerimi sunarım.

Ben Engin Alkan’ın oyunlarını takip eden biriyim. Bunu onun açığını bulayım diye yapmıyorum.(Hiç kimseye karşı böyle bir niyetim yok.) Beni tanıyanlar kendimi ikna etmediğim oyunlara gitmediğimi bilir. Yani içinde seyretmeye değer bir şeyler bulmadığım oyunlara gitmiyorum,  yazmıyorum da. Yani gidiyorsam bence bir önemi ve değeri var demektir ama bu herkesin katıldığı bir düşünce de olmayabilir.  Bazen yaptığım listeye yetişemiyorum yani seyredemediğim oyunlar maalesef yanlış bir algılamaya neden olabiliyor.  Yazmak düşüncelerimi  “toparlamamın” bir yolu, bir keyif. Yazmışken de paylaşıyorum. Yani özellikle kişiye yönelik değil yazılarım. Bu nedenle Engin Alkan’ın “yaptığı her şeyi beğenenlere” yönelik ifadem bir küçümseme değildir. Benim beğendiğim pek çok şeyi beğenmeyenler var.

Ülkemizde eleştiri gündem oluşturmuyor, etkilemiyor, kararlara tesir etmiyor. Küçük bir azınlık içinde konuşuluyor ve unutuluyor. Doğrusunu isterseniz sahnenin eleştiriyi, eleştirinin sahneyi büyütmesini hayâl ediyorum ancak önümüzde çok uzun bir yol var. Tiyatro tüm alanlarıyla ülkenin genel atmosferinden payını alıyor.

Engin Alkan’ın çok seveni var. Hatta en son ben bir arama yaptım ve bir liste yarattım. (sfy.co/hASu#storify) Yazdığı “twit”i o listeye eklediğim Selim Atakan (sanırım) isminin geçtiğinden öylelikle haberdar oldu ve bana “twit”ler yazdı. Hazırladığım o listeden de görüleceği gibi Vişne Bahçesi’ni beğenenlere daha çok yer verdim. Öte yandan Engin Alkan’ın takip edildiğini oyunlarının dolu olmasından, oyun tanıtım yazıları ve bana yönelik yorumlardan biliyorum. Giderek kendi seyircisini yarattı Engin Alkan. Kendisiyle yapılan röportajlarda (en son TRT Türk’de seyrettim) Şehir Tiyatroları’nın repertuvarında kendi oyunlarının nerdeyse tüm ayı doldurmasından keyif aldığını gördüm. Bu bir sanatçı için olağan bir durumdur, abartmamak, hedefi seyirci ve de bilet satışı olarak koymamak kaydıyla. Zira bu giderek “başka” bir tiyatroya doğru yol almaya başlar, seyirci tiyatroyu kontrol eder hale gelir. Oysa tiyatro ortada bir yerdedir.  Engin Alkan anladığım kadarıyla ön hazırlığını çok ayrıntılı yapıyor, bu hazırladığı ve paylaştığı özel sayfalardan da belli ama ne yazık ki iş “seyirciyi eğlendirmek, hoşa gitmek” amacıyla sonuçlanıyor. Ben onun oyunlarında kaçırılmış fırsatı, heba edilmiş emeği görüyorum. Ama bu, ne emeği küçümsemek ne de yakalanan  fırsattaki ışığı görmezden gelme anlamına gelir. Olsa olsa “hayıflanmadır”.

Beğenmediğim bir oyun olursa hiç bir şey söylememe özgürlüğümü kullanıyorum” diyen Selim Atakan, geçen sene Afife Ödülleri’ndeki adaylığını ve neredeyse, alacağı bir ödülü reddetti, içinde bulunduğu çevrede dışlanmayı göze aldı. Demek ki o bile “susamıyor”.  Onun bu yaptığının ne kadar önemli olduğunu ve övgümü  daha önce kendisine de yazdım. Selim Atakan doğruluğuna inandığı ve düşündüğü yolda yürüdü. Ben de hayatımda (dolayısıyla) yazılarımda doğruluğuna inandığım ve düşündüğüm yolda ilerlemeyi hedefledim. Bu nedenle sanırım beni en iyi Selim Atakan anlar.

Selim Atakan’ın yazılarımın “konsantre” olması konusundaki tavsiyesini dikkate alacağım. Benim  “puantajım”, oyunu yazmış olmamda gizlidir zaten. Ama bu diğer oyunların seyredilmemesi tavsiyesi değildir.    

Melih Anık

15 Ekim 2012 Pazartesi

Oyun Atölyesi'nde ENOBARBUS NEREDE?


Tiyatro Dünyası’nın forum gurubundan B.Karakaya imzalı bir mesaj aldım. Oyun Atölyesi’nin Antonius ile Kleopatra isimli oyununu duyuruyordu. Haberin nereden kaynaklandığını bilmiyorum ama bir basın bildirisi gibi görünüyordu. Duyurunun altındaki “Online bilet almak için tıklayınız” ile telefon numarası Oyun Atölyesi gişesine yönlendiriyordu sizi. Bu haberin, Oyun Atölyesi’nden çıktığı kanaatini kuvvetlendiriyordu.

Haberin içeriğinde benim dikkatimi çeken satırlar şunlar:
Oyun Atölyesi’nin 2011-2012 sezonunda ve “London 2012 Cultural Olympiad”ın bünyesinde yer alan ve “Shakespeare’s Globe’s 2012 International Shakespeare Festival”in davetlisi olarak Mayıs ayında Londra’da sahnelediği “ANTONİUS İLE KLEOPATRA” bu sezonda yine Oyun Atölyesi’nde seyirciyle buluşuyor.”

Mayıs ayında Londra’da sahnelediği ’ANTONİUS İLE KLEOPATRA’ bu sezonda yine Oyun Atölyesi’nde seyirciyle buluşuyormuş” demek ki “Enobarbus ve Kevork Malikyan” var dedim kendime. Takip eden paragrafı okuyunca yanıldığımı anladım.

Shakespeare’in en ünlü oyunlarından olan Antonius ile Kleopatra’da Haluk Bilginer Antonius, Zerrin Tekindor Kleopatra, Mert Fırat Cesar, Emre Karayel Pompeius rolüyle seyirci karşısına çıkıyor. Oyunun diğer rollerini Onur Ünsal, Muharrem Özcan, Evrim Alasya, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya, Tuğçe Karaoğlan, Mehmet Özbek paylaşıyor.”

Enobarbus nerede? “Dağa mı kaçtı?” Yoksa “oyunun diğer rollerinin içine mi gizlendi?” Kevork Malikyan’ın olmadığı kesin de belki onun canlandırdığı Enobarbus’un repliklerini diğer rollere dağıtmışlar ve “yine, yeniden”  bir “çağdaş(?) Shakespeare okuması” yapmışlar mıdır dersiniz?

Bunu sizden bekliyorum  tiyatro portalları! Yoksa gene “kes-yapıştır” mı  yaptınız? Oyun Atölyesi’ne soracak mısınız? Yoksa gene “taşıdığı malı bilmeyen hamal” mısınız?

Ey seyirci sen sor  "ENOBARBUS NEREDE?" diye, "portal"lar sussa bile... Zira bu soru senin tiyatroya ne kadar sahip çıktığını gösterecek!

Melih Anık

12 Ekim 2012 Cuma

Üstün Akmen'e Teşekkür Eden Kemal Başar ile Hamlet Üzerine “Twitleşme”…


Basit bir “twit” yazışması bazen (bence) önemli bir konuyu içeriyor. Kemal Başar ile olan yazışmamızda da böyle oldu.

Kemal Başar yazdı: “Yönettiğim prova aşamasındaki Hamlet'e desteği için Sn. Üstün Akmen'e teşekkürlerimle. http://evrensel.net/news.php?id=37976” Verdiği sayfaya gittim. Evrensel Gazetesi’nin Kültür Servisi imzalı bir haber. Aradım taradım Üstün Akmen adını göremedim. Kemal Başar’ın Üstün Akmen’e teşekkür nedeni ne olabilirdi? Üstün Akmen Evrensel yazarı ama “haber”in içinde şu ifadeler ile gerçek durumu anladım:

 ”son yılların başarılı ve gözde yönetmeni Kemal Başar yönetiyor”
“Sahnede söylemek istediğini rahatça ve anlaşılabilir biçimde ifade edebilmek için sahneye koyduğu her oyunda metni eğip bükmesiyle tanınan Kemal Başar’ın 'Hamlet'te de seyirciyi ruhundan yakalayacağı umut ediliyor. Diğer taraftan, Kemal Başar’ın 'Hamlet' ile dünyadaki ve Türkiye’deki insanlara neler söyleyeceği, ne gibi iletiler sunacağı; 'Hamlet' ile bireyin yalnızlığına ve erdem kavramına nasıl vurgu yapacağı tiyatro çevrelerinde merakla beklenmekte.”

Bu satırlar, alışılmış bir “kültür servisi” haberinin ötesinde bir yorum yapıyor. Kemal Başar ve CEF Tiyatro bu haberi bir basın bildirisi olarak böyle yazmamışlardır. Kültür servislerinin ne yaptığı da biliniyor. Gazetede boşluk bulabilirlerse kendilerine gönderilen haberi “kes-yapıştır”la diziyorlar.(Hatta tiyatro portalleri de aynısını yapıyor!)  O halde bu “haber”e  “dokunan” biri var o da anladığım kadarıyla Üstün Akmen zira Kemal Başar ona teşekkür ediyor. Ama Üstün Akmen neden haberin altına imzasını koymuyor?

Bunun üzerine ben de Kemal Başar’a bir twit yazdım: “Altında imzası olmadığı halde 'haber'in Üstün Akmen tarafından yazılmış olduğunu belirtmiş olmanız çok iyi oldu.”

Bu "twit"e Kemal Başar’ın cevabı yeni bir başlık açtı: “Ne var bunda? Çok mutlu oldum. Tiyatronun, hele bugünlerde, desteğe ihtiyâcı var. Selamlar.”

Ben bildim bileli bizim tiyatromuzun her zaman desteğe ihtiyacı oldu. Bu ihtiyaç taleplerinin tiyatroyu “kurtarılması” gereken bir duruma düşürülmesinde katkısı var diye düşünüyorum. Kemal Başar “hele bugünlerde” ile içinden geçtiğimiz tüneli vurguluyor. Ancak şu da gerçek ki tiyatromuz bugüne kadar kendisine yapılan kişisel desteklerle bir yere varamadı. Kendi sütunlarını kendi istedikleri zaman inayet dağıtır gibi tiyatroya ayıran ve de konuyla ilgisizlikleri tartışılmayacak kadar açık olan Hıncal Uluç, Fatih Altaylı, Onur Baştürk, Nazlı Ilıcak’lardan medet uman tiyatro son zamanlarda onlardan gelen beklenmeyen çıkışlar karşısında tiyatronun gerçek kalemlerine kulak vermemenin bedelini ödemeye başladı. Bu sis pus ortamında Üstün Akmen gibi bir eleştirmenin kendi ismini saklayarak bir haber “tasarlamasını” tuhaf buldum. Kaldı ki övgüyü, “haber” gibi kamuya ait bir başlık altında vermenin sanki bu konuda tüm kamunun hemfikir olduğu gibi bir algıya ve de yönlendirmeye neden olmasının yanlışlığı da açık değil mi! "Haber" haber gibi olsa daha iyi değil mi?  Aynı gazetede sütunu olan Üstün Akmen, satırların arasına gizlenip saklanacağına  yukarıdaki satırları kendi köşesinde verse daha doğru olmaz mı?  Ülkemizde eleştirmenin, sevdiği tiyatrocuların “reklâmcısı” olduğunu, taraf tuttuğunu  ve  bunun sonuçlarını üyesi oldukları jürilerin seçimlerine bakarak anlamıyor muyuz zaten! “Haber içine gizlenen eleştirmen” bu algıyı büyütmez mi? Üstün Akmen'in dostu, arkadaşı olmayan tiyatrocuya haksızlık değil mi?

Sanırım Kemal Başar’ın “Ne var bunda”sına cevap verebilmişimdir. Zira bu 140 karaktere sığmayacaktı. Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Kemal Başar teşekkür etmese kuşkulansak bile perde arkasını göremeyecektik.Ben de kendisine teşekkür ederim.

Bu vesile ile sahnelediği oyunları ilgiyle takip ettiğim yönetmen Kemal Başar’ın Hamlet’ini merakla beklediğimi belirtmek isterim.  Arda Aydın’ın Hamlet olması da beni daha çok heyecanlandırıyor.

 Melih Anık      

6 Ekim 2012 Cumartesi

Oyunu Görmeden Vişne Bahçesi’ni Yazdım


Hasan Ağa’nın Karısı ekibinden Elçin Hanbay bir twit yazmış: “kendisinin ilginc bir yöntemi var oyunlari izlemeden elestiriyor :))”.  “kendisinin” dediği bendenizim efendim. Hasan Ağa’nın Karısı oyununa davet etmesine rağmen davetine icabet etmediğim Elçin Hanım, benim  seyretmeden eleştirdiğimi ima ediyor. Demek ki benim Kültür A.Ş. ile ilgili yaşananları anlattığım yazıyı oyun eleştirisi sanmış. Aslında bir “oyun”un eleştirisi var da o “tiyatro oyunu” değil. Ama bana ilham verdi, Vişne Bahçesi’ni seyretmeden eleştireceğim. Bu eminim ki Engin Alkan’ı da çok memnun edecek(!)

Aslına bakarsanız ben düşüncelerimi paylaşıyorum, eleştiri de işin bir parçası. Bu yazım da internette paylaşılan bir dakikalık bir oyun sonu görüntüsündeki dekora bakılarak yapılmış bir deneme, dekora bakarak yorumu anlama çabasıdır. Sırası gelmişken söylemeliyim ki ben, sahne açıldığında dekordan edinilen ilk izlenimin çok önemli olduğunu, dekorun seyirci için oyunun bir özeti olduğuna inanırım.

Gördüğüm dekor şu: Sahneyi üç tarafından kapatan ve üzerinde dikdörtgen delikleri olan bir duvar; döşeme çimli bir toprak. Sahnenin ortasında tavandan sarkan dal parçaları var.

Bu dekora bakarak ben şunları “okudum”:

Her şeyden önce sahne yeraltını simgelemiş, vişne ağacının toprak altındaki kısmı. Tavandan sarkan dal parçaları ise avize çağrışımı yaparken asıl anlatmak istediği ağacın kökleri. İnsanlar yer altında. Bu geçmişi çağrıştırıyor ve insanlar kökün parçalanmış dalları gibi görünecek oyun boyunca. Köke tutunan yarına kalacak meyvayı, çiçeği besleyecek. Tutunamayan ise o toprağa gömülecek (gömülmüş) ama toprağı zenginleştirmiş olacak. Sahnede görmediğimiz “yarın” yani ağacın gövdesi, dalları ve yaprakları,  sofitanın dışına taşıyor. Orada dalları ile muhteşem bir vişne ağacı hayâl ediyorum. Çehov’un karakterleri, içinde yaşadıkları karanlıktan hep yüz yıl sonrasının aydınlığını hayâl etmiyor mu?

Sahneyi saran, üzerinde dikdörtgen delikleri olan duvar bir saksı da olabilir. Delikler saksının içindeki fazla suyu akıtmaya yaradığı kadar, kökün “havalandırmasını” da sağlıyor belki de. Ama öte taraftan bu delikler bir hücre kapısındaki deliklerini de hatırlatıyor insana. Burası bir hapishane mi yoksa, mahkûmun gözetlendiği ya da yemeğinin sürüldüğü, dışarıdan gelen seslerin süzüldüğü bir açıklık mı? Saksı, herkesin kendi mekânı olarak alınsa insanın mezarını  kendi içinde taşıması çağrışımına ne kadar da açık! Çehov’un dünyasındaki insanların sıkışmışlığına bir gönderme olarak da anlamlı. Çok daha kötümser bir yorumla insanlar toprak içindeki böcekler gibi…

Her ne ise dekorun bu çırılçıplak çağrıştırdıkları beni meraklandırdı. Birkaç saat sonra oyunu seyredeceğim. Bakalım bana resim olarak “konuşan” dekor, piyeste nasıl bir dünyanın kapılarını açacak önüme? Dileğim benim bu kadar anlam yüklediğim bir dekor “harcanmış” olmasın. Eğer dekorun söyledikleri piyesin yorumuna nakşedilmiş ise farklı bir Çehov seyredeceğim demektir. Dekor, klâsik bir Çehov algılaması ve yorumunun olmadığını gösteriyorsa da dekorla tamamlanan bir yorumun tutarlılığı beni daha çok heyecanlandırıyor.

Elçin Hanbay, oyunu seyretmeden yaptığım bu "kendi kendime konuşmayı" da eleştiri sayar mı acaba?

Melih Anık

Not:
Twitter’da önüme düştü: “Özgün Akar @hayat_sanat Hazırım Vişne Bahçesi! Kitap ve makaleler okunuldu, film izlendi artık geriye büyük ustanın Çağdaş Bahçesine girmek kaldı” Oyun öncesi böyle hazırlık yapan birini okumaktan nasıl da memnun oldum. 

3 Ekim 2012 Çarşamba

Digitürk Üyeliği’nin "İnce" Tarafları


3 Ekim 2012 tarihi itibariyle yaklaşık on senelik Digitürk üyeliğimi iptal ettim. Yaşadıklarımın bilinmesi amacıyla bu yazıyı yazıyorum.

Digitürk çağrı merkezine yaptığım müracaatta eski aboneliğimin bu yeni dönem için karşılığının yaklaşık %20 oranında zamlandığını öğrendim. Geçen yıla göre Digitürk yeni “paketler” yaratarak bu artışı anlamlandırmaya çalışmış. İyi de değeri düşen Süper Lig esaslı bir paket  nasıl oldu da yıllık enflasyondan daha çok değerlendi?

1 Ekim 2012 Pazartesi

İŞTİSAN’ın 30 Eylül 2012 Tarihli Bildirisi Üzerine


30 Eylül’de İstisan bir kamuoyu açıklaması yaptı. Mimesis’in “protesto eylemi” diye nitelediği  açık hava toplantısında Levent Üzümcü o güzel tiyatral vurgusu ile okudu. Meydandakiler etkilendi, alkışladı, sloganlar atıldı. Kardeş Türküler ile coşuldu. Şimdi o havadan sıyrılmış olarak önümdeki bildiriye yeniden bakıyorum.

Tekrarlanan tema “sokaktayız” idi.

Bu tür sokak toplantıları daha önce de yapıldı. 7 günlük eylem şaşırtıcı, takdir edilecek bir eylemdi. O eylemlerde hem dayanışma hem de tiyatronun olmazsa olmalarından biri  olan seyirci ile bütünleşmede önemli bir yol alınmıştı. Artık “bir kez daha sokakta” olmanın elle tutulur bir hedefi ve anlamı olmalı. Örneğin izlenen yoldaki yeni bir aşama duyurulmalı, gelecekteki somut hedef açıklanmalı. Ben bu düşüncelerle baktım eyleme ve bildiriye.

Bildiri bilinenleri, olanları tekrar ediyor. Hepsi de haklı ama siz ne yapıyorsunuz sorusunun cevabı yok eylemde. Evet “yapılanlar kabul edilemez”, evet “susmayacağız” evet evet… de ..

Açık hava toplantısında “Bilinmelidir ki, savunabileceğimiz bir yönetmeliği muhatapları ve kamuoyuyla bir an önce paylaşabilmek adına çalışmalarımızı da sürdürüyoruz…”  dediniz. Oysa siz, daha önceden de yönetmelikler sunmamış mıydınız? Onları savunamıyor musunuz? Yeniden mi yazıyorsunuz? Ne zaman sunacaksınız? (Meselâ zamanı açıklamak açık hava toplantısını anlamlı kılabilirdi.) Öte yandan şöyle bir korku yaşıyorum. Sizin “muhatap” gördükleriniz sizi “muhatap” almazsa  ne yapacaksınız?

 Toplantının çağrı kelimesi “rağmen”… Yani “her şeye rağmen perdelerimizi açıp seyircilerimizle buluşacağız” diyorsunuz da bu, sizin tarafınızdan mı yönetiliyor?  “Perdelerimizi açmıyoruz” diyemeyen “perdelerimizi açıyoruz” diyemez.  Zira başkası “perde” diyor ve siz sahneye çıkıyorsunuz. Ben eylemlerin en önünde yer alanların yeni sezonda yeni oyun yöneteceğini gördüğümde -hak verdiğim- Mefisto'yu hatırlıyorum. Tiyatrocunun damarlarında akan kan, sahneden besleniyor, biliyorum. Ama kusura bakmayın “seyircimizle buluşuyoruz” ifadesi bir iradeyi göstermiyor, yaptığınıza “kulp” takıyorsunuz gibi.

“Sanatın gücünü binlerce kez yeniden anladığımız sahnelerimizde korkularımızı gökyüzüne salarken, hep gelip geçecek “İktidar”lara soruyoruz: “Neyle anılır tarih, nedir insanlığın geçmişinde kalıcı olan?” Yanıt bekliyoruz…” Sizin çok iyi bildiğiniz dilden söyleyeyim, “Godot” gelmeyecek.  Sizi gözden çıkarmışlardan yanıt beklemek de taktiksel bir hatadır.  

Bekleyerek bir yere varılmaz , sokak eyleminin de sınırı var.  Şimdi önce muhatabı “oluşturmak”, yanıt  ALMAK ve tabii ki bir an önce nasıl yönetilmek istendiğinize karar vermeniz gerekiyor. Ama en önemlisi “dağılmamak”…

“Ama Şehir Tiyatrolular olarak bugün bir kez daha sokaktayız. Repliklerimizi sahneye bıraktık.” diyorsunuz.

Sorununuzun çözümü repliklerinizde var, repliklerinizi sahipsiz bırakmayın ve onların içinde durumunuza uyanları hatırlayın.

Biz seyirciler o replikler ile yolumuzu aydınlatıyor, şifa buluyoruz.

Melih Anık

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Okuduklarımdan: “Köy Enstitüleri Üzerine” -S.Eyüboğlu


Sabahattin Eyuboğlu anlatmış:

“Fakir bir köylü eşeğini önüne katmış yürüyormuş bozkırda. Eşeğin sırtındaki koca heğbe bir garip biçimde yüklüymüş: Bir yanı buğday doluymuş, bir yanı taş. Yolda ak sakallı, derviş kılıklı bir adama rastlamış köylü. Birlikte hoş beş edip yürürken bu adam köylüye: Eşeğin bir yanına ne diye taş yükledin? diye sormuş. Buğday bir yana tartmasın diye, demiş köylü. Adam taşları attırmış, buğdayın yarısını heğbenin öbür gözüne boşalttırmış. Yük böylelikle azalınca köylüyü de eşeğe bindirmiş. Köylünün aklı yatmış be işe, dualar etmiş adama, ardından sormuş:  Sende bu akıl varken ne diye yaya gezersin dağda bayırda? Malın mülkün atın deven yok mu senin? Yok demiş adam. Şehirde beyler yanında niye iş tutmazsın? diye sormuş köylü. Beni işe yaramaz diye şehirden kovdular demiş adam. Bunun üzerine köylü eşekten inmiş, buğdayı yine heğbenin bir gözüne doldurup öbür yana taş yüklemiş eskisi gibi ve eşeğine deh deyip uzaklaşmış adamdan”

“Para kazandırmayan bilgiye akılları yatsa bile kuşkuyla bakarlar”. (Eski kafalı) “Çıkarcı eğitim aklı böylesine yaya bırakır ve gelenek yürür gider yoluna” diyor Sabahattin Eyuboğlu.

Köy Enstitüleri işte bu eğitim, öğretime karşıymış.

Melih Anık

Kitap:
 “Köy Enstitüleri Üzerine" - Sabahattin Eyuboğlu- Cem Yayınevi

9 Ağustos 2012 Perşembe

“Perde Arkasından” Can Gürzap


NTV’de ve HaberTürk’de  program, Radikal’de ve Vatan’da  söyleşi..Can Gürzap’ın “Devlet Tiyatrosu Gerçeği” alt başlığı ile yayımlanan(Remzi Kitapevi) kitabı “Perde Arkasından”ın gündeme düşen izi bu kadar. Herhangi bir kitap promosyonu kadar…  Oysa Can Gürzap Türk Tiyatrosu’nun tarihini anlatıyor. İçinde politikacılar, bakanlar, bürokratlar, makam savaşları, mahkemeleşmeler, mahkûmiyetler, “başını verir koltuğunu vermez” yöneticiler, tiyatrocular, dernekler, vakıflar,  bildiriler, bildiriler, bildiriler var. Doğrusunu isterseniz gördüğüm resim benim içimi bulandırdı.

Bugün tiyatronun kitaba uzaktan bakmasını anlamaya çalıştım. Bu, Can Gürzap’ın kitabından yansıyan resmin doğrulanması gibi geldi bana.

Bir cümlelik bir özet isterseniz diyeceğim şudur:  Sanat politikanın eline bırakılmamalıdır. Öte yandan politikanın oyuncağı haline getirilen tiyatroda ortaya çıkan kaostan yararlanmak isteyen tiyatrocu da az değildir. Kişisel tutkular, politikacının arkasında boynu yana eğilmiş ellerini önünde bağlamış tiyatrocu resmini büyütmüştür. Ama şu da söylenebilir tiyatro, sanatı politikaya kurban etmiştir.

Bir kurumu düzeltmek isteyenin bu kadar çok olması ilk bakışta hoştur ama gidişata bakarak  bir sahiplenenin çıkmadığını görmek de o kadar acıdır.  Doğru olan, kişilerle var olan bir düzen değil kurumsallaşmış bir yapıdır. Ancak bir liderin başı çekmesi gerekir.  Muhsin Ertuğrul’un  arkasından onun kadar karizmatik bir tiyatro kişiliğinin çıkmamış olması tiyatromuzun şansızlığıdır. Ama tiyatrocular yeni bir Muhsin Ertuğrul’un çıkmasına da izin vermemiş, destek olmamışlardır. Belki de bu nedenle politika, konudan bîhaber politikacılarla sanatı yönetmeye kalkışmış; “boşluğu” dolduramamış; ne yönetebilmiş ne de yönetilmesinin önünü açmıştır.Bana tuhaf gelen geçmiş yıllarda ismi konuya “bulaşmış” aydın ve demokrat kişiliklerin, dıştan görünen “aydınlık”larının gereğini yapamamış olmalarıdır. Tiyatro, toplumun “ayna”sı değil midir?  Bu anlamda Devlet Tiyatroları üzerine düşeni yapmış sayılır(!)

Tiyatrocunun en kuvvetli silahı kelimeler olduğu için tiyatrocu zora düştüğünde tirat niyetine bildiri okumuştur.  Bugün halâ aynı bildirilerin tekrarı, tiyatrocuların ezberinin de kuvvetli olduğunu gösterir. Ama yanlışın farkında olan bir topluluğun bunca yıldır sistemi kuramamış olması da tuhaf değil midir?           

Can Gürzap kitabın son sayfalarında yazdıkları ile  “devletin tiyatrosu olmaz” diyenlere cevap vermek için bu kitabı yazmış olduğunu göstermiştir. Belki de gündeme bağlamak istedi biriktirdiklerini bilmiyorum. Geçmişte yapılanları anlatmasının gerekçesi bugünün “perde arkası”nı hatırlatmaktır. Bu bugünün neden böyle olduğunu gösterir ama yarın ne olması gerektiğini göstermez. Olanları hatırlamak elbette çok iyidir ama bunca yıllık DT mensubu Can Gürzap’ın çözüm önerisini somut bir şekilde koymamış olması bence kitabın eksikliğidir. Ama tiyatronun onun kitabı hakkındaki  “suskunluğunu” daha önceden görmüş olduğu için böyle bir çabayı gereksiz bulmuş olabilir. Öte yandan Can Gürzap’ın zaman zaman kendi savunmasını yaptığı ölçüde yapamadıklarını da anlatmasını bekledim. Yazarın başkalarını daha iyi görmesini anlayışla karşılarım ama “Perde arkasında Can Gürzap nerdeydi?” sorusuna cevap bulsam iyi olurdu.  

Her şeye rağmen  bir çok tiyatrocunun yakından bildiği bir tarihi yazmış olması iyi olmuştur. Ben tiyatromuzla ilgili bilgi ve duyumlarımı destekleyen, geçmişte tanık olduğum bazı olayların nedenlerini anlamama  yardım eden bir  kaynağı buldum sanıyorum. Size de bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.   

Melih Anık