Son zamanlarda sahnelenmiş bazı oyunlarda seyircinin “oturmadığı”
oyunlardan söz ediliyor. Seyircinin “oyunun bir parçası” yapıldığı bu oyunlarda seyirci ayakta durarak,
mekân değiştirerek, zaman zaman eziyet çektirilerek oyun seyrediyormuş. Bunlar “galiba
artık tiyatronun ölmediğini kanıtlamak için” bulunan bir yolmuş, “ilgiyi ayakta
tutmayı başarıyor”muş.
Tiyatro “âlem”inden bilgisi olanlar kimin, neyi, nasıl ve
niçin yaptığını biliyor da yazıları nedeniyle kendisi “bir âlem” olanlar ise
kişiliklerini yazıya döküyor, “âlem” yazılar yazıyor.
Bu “âlem” yazara göre “tiyatronun ölmediği kanıtlanıyormuş”.
Bunu yapan tiyatrocu ise tiyatroya, biz ona “tiyatrocu” demişsek bize yazık! Tiyatronun kendisini kanıtlamaya
ihtiyacı var mı! Elbette çok kişi seyretsin, oyun, piyes, gösteri, dizi, film,
belgesel vs nedir ne değildir anlasın isterim. Tiyatro hep vardır, var
olacaktır. Bir an için tiyatronun
olmadığını bir düşünün, “tiyatro yapma” “tiyatroya çevirdin” “burası tiyatro
mu?” “tiyatroya git sen” “tiyatrocu mu olacaksın sen” “hayatım tiyatro” diyebilir
misiniz? Kendinizi anlatabilmek için bile “tiyatro”ya ihtiyacınız var. Aslında
SİZİ tiyatro anlatıyor ama SİZ henüz görmüyorsunuz, torunlarınız görecek “dedelerini”!
Bu “âlem” yazara göre, “öyle” yapılarak yani seyirci
oturtulmayarak “ilgisi ayakta tutuluyormuş”. “Âlem yazar”, insanın durumu ile tutumu
arasında ilişki olduğunu belirtiyor. Ayakta iseniz ilgi “ayakta”, yatıyorsanız
ilgi “yatakta”, uçuyorsanız ilgi “havada”… Oturarak seyredilirse ilgi “oturakta”..
Bu bağlantı da “âlem” olmuş.
Ayıptır söylemesi bizim de bu tür tiyatroya bir katkımız
olmuştur. 1975 yılında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından oynanan “Akşam
Erken İner Mahpushaneye” isimli oyunumuzda biz seyirciyi demir parmaklıklı bir hapishane
koğuşuna çevirdiğimiz sahneye, hapishane müdürünün karşısından tek tek ve
sorgulayarak, ismini ve suçunu kaydederek geçirmiş ve sokmuştuk. O dönemde çok
da yaygın olan hapishane edebiyatından yaptığımız bir derleme metni,
meydancıların yönlendirmesiyle sürdürülen doğaçlamayla iç içe geçirerek bir
oyun oynamıştık. Oyuncular yanlarına oturan seyircilerle sohbet ediyor, onların
suçlarını öğrenmeye çalışıyor ve önceden hazırlanmış bir metne bağlayarak oyunu
oynuyordu. Amacımız hapishanede geçen 24 saatin içindeki aramalar, dışarı
çıkarılmalar, yemek yapmalar, yemeler vs den oluşan olaylarla “hapislik” duygusunu yaşatmaktı. Oyun sonunda seyirciler(tutuklular)
tek tek isimleri okunarak müdürün karşısına getiriliyor, kendilerine nasihat
ediliyor ve tahliye oluyorlardı. Bu sırada pişmanlıklarını dile getiren
seyircileri duydum.
İçerdeki o ortamda seyircilerin tavırları değişiyor, kimi
çocuklaşıyor, kimi kendi uydurduğu suçun altında eziliyor, kimi saldırganlaşıyordu.
Bir gece, içeriye attığımız bir seyircinin oyun henüz başlamamışken fenalaştığı haberi verildi. O seyirciyi tahliye
ettik. Ben kendisiyle konuştum. Meğerse hapisten çıkalı 3 gün olmuştu; “o”
korku ve sıkışmışlık hâli nüksetmişti.
Şimdi seyirciyi oyunun “parçası yapmaya çalışan” o oyunları
düşündükçe ilk, onu hatırlarım. Duru Tiyatro’nun “Bana Bir Picasso Gerek”
isimli oyununda da seyirci karanlık dehlizlerden gestapoların arasından geçirilerek
karanlık ve izbe bir mekâna götürülüyordu. O oyunu yazdığımda da bu duygularımı
paylaşmıştım.( http://melihanik.blogspot.com/2009/02/duru-tiyatro-bana-bir-picasso-gerek.html)
Seyircinin oyuna katılması fikri yeni bir buluş değil. “Tiyatronun ölmediğini kanıtlamak” ya da
“ilgiyi ayakta tutmak” için de
başlatılmış değil. Bizim gibi çağı
yakalayamamış ülkelerde “ilginç” sayılan denemeler olur, ilgi çeker ama ilgiyi
ayakta tutmaz. Aynen “in-yr-face” model
tiyatronun bizde çıkışı ve modasının geçmekte oluşu gibi. Tiyatroda “avangard”, bir ihtiyacı karşılamak için, mevcut metin ve söylem yetmediği zaman ortaya
çıkar. Yâni bir ihtiyacın karşılığıdır, “orijinallik” olsun diye yapılmaz. Yapanların
konuyla ilgili birikimlerinin olması beklenir. Tüm koşullar yerinde değilse
benim “bekleme” performansında(?) başıma gelen olur. (http://melihanik.blogspot.com/2012/05/mekan-artda-hayatmn-performans.html)
Bir araya getirdiğiniz insanları saatlerce “bekletip”, onları “dikizlerseniz”
bir yere varamazsınız. Zira önce “bekleten”de oturmuş bir felsefe ve onun neyi,
niçin yapmakta olduğunu bilmesi gerekir. Aksi halde seyirci “yararsız kobay”
olur. Bugünün ortamı “avangard” sayılacak pek çok denemeye gebe ama onu görecek
ve sunacak “yürek” ve “zekâ”
gerekiyor. Zira “avangard” izin beklemez.
“İlginçlik” diye başlayanın modası çabuk geçer. Geçer ama bu
tiyatroya ilgiyi ayakta tutmak yerine “bir seksen” yere de yatırabilir. Bu
nedenle tiyatronun “deneme tahtası” olmadığını hatırlamak, hatırlatmak her
tiyatrocunun sorumluluğudur.
Melih Anık
Not:
Akşam Erken İner Mahpushaneye isimli oyunun derleyen ve
yönetenlerden biriyim. Oyunun ismini,
Ahmed Arif’in bir şiirinden almıştık. Oyun Ahmed Arif, Hasan İ.Dinamo, Nâzım Hikmet,
Hasan Hüseyin, Attilâ İlhan,Can Yücel şiirleri ile Çetin Altan, Emin Bozarslan,
Namık Behramoğlu, Demirtaş Ceyhun, Kerim Korcan, Erdal Öz, Sevgi Soysal, Kemal
Tahir, Adnan Veli’nin eserlerinden derlenmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder