28 Kasım 2012 Çarşamba

Tiyatro “Deneme Tahtası” Değildir


Son zamanlarda sahnelenmiş bazı oyunlarda seyircinin “oturmadığı” oyunlardan söz ediliyor. Seyircinin “oyunun bir parçası”  yapıldığı bu oyunlarda seyirci ayakta durarak, mekân değiştirerek, zaman zaman eziyet çektirilerek oyun seyrediyormuş. Bunlar “galiba artık tiyatronun ölmediğini kanıtlamak için” bulunan bir yolmuş, “ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor”muş.

Tiyatro “âlem”inden bilgisi olanlar kimin, neyi, nasıl ve niçin yaptığını biliyor da yazıları nedeniyle kendisi “bir âlem” olanlar ise kişiliklerini yazıya döküyor, “âlem” yazılar yazıyor.

Bu “âlem” yazara göre “tiyatronun ölmediği kanıtlanıyormuş”. Bunu yapan tiyatrocu ise tiyatroya, biz ona “tiyatrocu” demişsek bize yazık! Tiyatronun kendisini kanıtlamaya ihtiyacı var mı! Elbette çok kişi seyretsin, oyun, piyes, gösteri, dizi, film, belgesel vs nedir ne değildir anlasın isterim. Tiyatro hep vardır, var olacaktır.  Bir an için tiyatronun olmadığını bir düşünün, “tiyatro yapma” “tiyatroya çevirdin” “burası tiyatro mu?” “tiyatroya git sen” “tiyatrocu mu olacaksın sen” “hayatım tiyatro” diyebilir misiniz? Kendinizi anlatabilmek için bile “tiyatro”ya ihtiyacınız var. Aslında SİZİ tiyatro anlatıyor ama SİZ henüz görmüyorsunuz, torunlarınız görecek “dedelerini”!

Bu “âlem” yazara göre, “öyle” yapılarak yani seyirci oturtulmayarak “ilgisi ayakta tutuluyormuş”.  “Âlem yazar”, insanın durumu ile tutumu arasında ilişki olduğunu belirtiyor. Ayakta iseniz ilgi “ayakta”, yatıyorsanız ilgi “yatakta”, uçuyorsanız ilgi “havada”… Oturarak seyredilirse ilgi “oturakta”.. Bu bağlantı da “âlem” olmuş.

Ayıptır söylemesi bizim de bu tür tiyatroya bir katkımız olmuştur. 1975 yılında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından oynanan “Akşam Erken İner Mahpushaneye” isimli oyunumuzda biz seyirciyi demir parmaklıklı bir hapishane koğuşuna çevirdiğimiz sahneye, hapishane müdürünün karşısından tek tek ve sorgulayarak, ismini ve suçunu kaydederek geçirmiş ve sokmuştuk. O dönemde çok da yaygın olan hapishane edebiyatından yaptığımız bir derleme metni, meydancıların yönlendirmesiyle sürdürülen doğaçlamayla iç içe geçirerek bir oyun oynamıştık. Oyuncular yanlarına oturan seyircilerle sohbet ediyor, onların suçlarını öğrenmeye çalışıyor ve önceden hazırlanmış bir metne bağlayarak oyunu oynuyordu. Amacımız hapishanede geçen 24 saatin içindeki aramalar, dışarı çıkarılmalar, yemek yapmalar, yemeler vs den oluşan olaylarla  “hapislik” duygusunu yaşatmaktı. Oyun sonunda seyirciler(tutuklular) tek tek isimleri okunarak müdürün karşısına getiriliyor, kendilerine nasihat ediliyor ve tahliye oluyorlardı. Bu sırada pişmanlıklarını dile getiren seyircileri duydum.

İçerdeki o ortamda seyircilerin tavırları değişiyor, kimi çocuklaşıyor, kimi kendi uydurduğu suçun altında eziliyor, kimi saldırganlaşıyordu. Bir gece, içeriye attığımız bir seyircinin oyun henüz başlamamışken  fenalaştığı haberi verildi. O seyirciyi tahliye ettik. Ben kendisiyle konuştum. Meğerse hapisten çıkalı 3 gün olmuştu; “o” korku ve sıkışmışlık hâli nüksetmişti.

Şimdi seyirciyi oyunun “parçası yapmaya çalışan” o oyunları düşündükçe ilk, onu hatırlarım. Duru Tiyatro’nun “Bana Bir Picasso Gerek” isimli oyununda da seyirci karanlık dehlizlerden gestapoların arasından geçirilerek karanlık ve izbe bir mekâna götürülüyordu. O oyunu yazdığımda da bu duygularımı paylaşmıştım.( http://melihanik.blogspot.com/2009/02/duru-tiyatro-bana-bir-picasso-gerek.html)

Seyircinin oyuna katılması fikri yeni bir buluş değil. “Tiyatronun ölmediğini kanıtlamak” ya da “ilgiyi ayakta tutmak” için de başlatılmış değil.  Bizim gibi çağı yakalayamamış ülkelerde “ilginç” sayılan denemeler olur, ilgi çeker ama ilgiyi ayakta tutmaz.  Aynen “in-yr-face” model tiyatronun bizde çıkışı ve modasının geçmekte oluşu gibi. Tiyatroda “avangard”, bir ihtiyacı karşılamak için, mevcut metin ve söylem yetmediği zaman ortaya çıkar. Yâni bir ihtiyacın karşılığıdır, “orijinallik” olsun diye yapılmaz. Yapanların konuyla ilgili birikimlerinin olması beklenir. Tüm koşullar yerinde değilse benim “bekleme” performansında(?) başıma gelen olur. (http://melihanik.blogspot.com/2012/05/mekan-artda-hayatmn-performans.html) Bir araya getirdiğiniz insanları saatlerce “bekletip”, onları “dikizlerseniz” bir yere varamazsınız. Zira önce “bekleten”de oturmuş bir felsefe ve onun neyi, niçin yapmakta olduğunu bilmesi gerekir. Aksi halde seyirci “yararsız kobay” olur. Bugünün ortamı “avangard” sayılacak pek çok denemeye gebe ama onu görecek ve sunacak “yürek” ve “zekâ” gerekiyor. Zira “avangard” izin beklemez.

“İlginçlik” diye başlayanın modası çabuk geçer. Geçer ama bu tiyatroya ilgiyi ayakta tutmak yerine “bir seksen” yere de yatırabilir. Bu nedenle tiyatronun “deneme tahtası” olmadığını hatırlamak, hatırlatmak her tiyatrocunun sorumluluğudur.

Melih Anık

Not:
Akşam Erken İner Mahpushaneye isimli oyunun derleyen ve yönetenlerden biriyim. Oyunun ismini,  Ahmed Arif’in bir şiirinden almıştık. Oyun  Ahmed Arif, Hasan İ.Dinamo, Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin, Attilâ İlhan,Can Yücel şiirleri ile Çetin Altan, Emin Bozarslan, Namık Behramoğlu, Demirtaş Ceyhun, Kerim Korcan, Erdal Öz, Sevgi Soysal, Kemal Tahir, Adnan Veli’nin eserlerinden derlenmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder