22 Ocak 2013 Salı

Tiyatroda "Vestiyer"in Önemi ve Yaratıcılığa Katkısı


Yurt dışında oyun seyredenler çok iyi bilir ki her tiyatroda vestiyer vardır. Seyirci salona rahat bir kıyafetle girer, hışırdayan poşetini,  ıslak şemsiyesini salona sokmaz. Vestiyerde çalışanlar, bizde artık kalmayan yer göstericiler gibi “eski insan”lardır. Tiyatroyu, sanatı bilirler.

Vestiyer, genellikle  ücretsizdir. Sizi bakışlarıyla tehdit eden yoktur. O nedenle “tip” vermezseniz paltonuza bir şey olacağından korkmanıza da gerek yoktur. İsterseniz bir şeyler verirsiniz, alan da onu nezaketle alır.

Vestiyerin konumu ve yerleşimi hem verirken hem de alırken izdihama neden olmaz.

Kısaca söylemem gerekirse, vestiyer aslında bir “kültür’ ve kültürün göstergesidir.

Yağmurlu bir havada Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin vestiyeri ıslak şemsiyemi kabul etmemiş, nereye koymam konusunda beni, kendi halimle baş başa bırakmıştı. Ben de edepsizlik yaparak sahne amirinin şaşkın bakışları arasında şemsiyemi  onun odasındaki çiçekliğin içine bırakmıştım. Oyun arasında yaşlı bir dostumun, şemsiyesini vestiyere bırakabilmiş olduğunu öğrenmiştim. Yaşlı dostum “sempatisini” kullanmıştı.

İstanbul Şehir Tiyatroları’nda “otomata bağlanmış sistem” bir anlayışın da yok olduğunu göstermektedir. Aslında “otomat büfe”,  “otomatiğe bağlanan bir sistem”in de habercisi.

Özel tiyatroların pek azında vestiyer vardır.

Vestiyerin yok oluşu aslında bir şeylerin “yok olduğunu” gösterir. “Vestiyer”,  vestiyer; “büfe” büfe değildir sadece.  Vestiyer, yer gösterici, büfe ile birlikte “yaratıcılık” da bir başka şekilde “yok” olmaktadır.  “Yok olmak” ağır geldiyse “yeni yaratıcılıklar(?) ortaya çıkmaktadır” diyeyim de kimse alınmasın.

Vestiyerle yaratıcılığın ilgisi olur mu demeyin, düşünün.

Melih Anık 

Bu Haberi Kim Yazmış?


Milliyet Cadde’de çıkan haber şu:

HAMLET’E ÇAĞDAŞ YORUM
Shakespeare’in ölümsüz eseri ‘Hamlet’; çağdaş bir yorumla, CEF Tiyatro ve AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu ortaklığında yeniden tiyatro sahnesinde!
Oyunun galası, yarın akşam 20.30’da Profilo Alışveriş Merkezi’inde. Babasını öldüren, annesiyle evlenerek Danimarka Krallığı’nı ele geçiren amcasıyla ve kendi korkularıyla mücadele eden Danimarka Prensi Hamlet’in öyküsü; Kemal Başar yönetmenliğinde sahneleniyor.
‘Hamlet’; CEF Tiyatro ve AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından sahneye konuyor. Oyunda Hakkı Ergök, Lale Başar, Arda Aydın, İsmail İncekara, Beste Bereket, Sertan Müsellim, Mesut Yılmaz, Cemal Gönen, Hakan Eke, Mehmet Emci, Kosta Kortidis, Alkış Peker ve Asena Ongan rol alıyor.

Haberi kim yazmış bilmiyorum ama yazan noktalı virgülü çok seviyor. “Shakespeare’in ölümsüz eseri ‘Hamlet’; ” Danimarka Prensi Hamlet’in öyküsü;” “Hamlet;” in sonlarında noktalı virgül var. Oralarda virgül daha “münasip” olmaz mı?

İlk cümledeki “çağdaş bir yorumla” ve “yeniden”i birlikte okursak şöyle bir anlam çıkıyor: “Çağdaş bir yorumla yeniden”.  Demek ki bu Hamlet’in ilk “çağdaş” yorumu değil! Daha önce de “çağdaş” yorumu varmış. Oysa haberi verenin şimdi yapılanın “çağdaş” olduğunu belirtmek istediğini kendi izanımızla anlıyoruz. Bizim izanımıza bırakmasaydın ya!

 “CEF Tiyatro ve AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu ortaklığı”nda “O”nun büyük yazılması gerekiyor ama üzerinde durulması gereken “işbirliği”, “girişim”. Zira tiyatroda ticarî bir "ortaklık"tan önce “işbirliği”nden söz etmek gerekir. Tiyatroda illa ki “ortaklık” söz konusu ise o “ortaklık” zarara ortak olma” hâlidir. İyi niyetli bir çabaya sanki “kazanç” paylaşılacakmış gibi “ortaklık” demek doğru değil.

Yarın akşam” ne zaman? Habere bakanın onu anlaması için haberin tarihine bakması lâzım. “23 Ocak 2013 akşamı” demek o kadar mı zor? İleride bir gün bu habere bakan, oyunun galasının tarihine ulaşmış olmaz mı!

Oyun “Profilo Alışveriş Merkezi”ndeki tiyatro salonunda. Merkezde salonların özel isimleri yok ama “Salon 1” Salon 2” diye belirtilmiş. Oyun hangi salonda? (Sahi neden o salonların “özel”  isimleri yok?)

İkinci cümledeki “Babasını öldüren”in arkasına virgül konulduğu için cümleden Hamlet’in babasını öldürdüğü anlaşılır. Bu cümle yapısında virgülü koymazsanız da annesinin babasını öldürdüğü anlaşılır. O halde cümle “sakat”tır. Hamlet’in “Kendi korkularıyla mücadele etmesi” ise haberi yazanın “hüsn-ü kuruntusudur”. Zira esas olan Hamlet’in “kararsızlığı”dır.

Kemal Başar yönetmenliği” ifadesi ile, eğer özel bir vurgu yoksa yani “Bir Kemal Başar Oyunu” ya da “Kemal Başar Yönetmenliği” diye özel bir yönetim anlayışı ima edilmiyorsa ki bence Kemal Başar’ı “ekol yapan” bir yönetmenlikten bahsetmek için erkendir, o zaman “Kemal Başar’ın yönettiği” demek daha doğrudur.

CEF Tiyatro ve AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından sahneye konuyor” demek de bana doğru gelmiyor. “Sahneye koymak” değil onların “yapımcılığı” söz konusu.

Oyunun kadrosu yazılırken çoğunlukla oyunun baş kahramanı ile yani bu oyunda Hamlet(Arda Aydın) ile başlanır. Zira bu oyuna başka özelliklerin yanında Hamlet’i kimin oynadığına bakılarak gidilir. Bu haberde adı ilk yazılan Hakkı Ergök, Hamlet değildir. Kadro sıralaması yaşa, haberi kaleme alanın kadroya olan yakınlığına göre yapılmaz.

Eski tecrübelerimize ve bilgimize bakarak bu tür haberler “kes-yapıştır”la üretilir. Oyunun yapımcıları haberi yazar, güvendikleri gazetecilere gönderir, onlardan haberi yayımlamasını  isterler. (“Özel durumlarda” bir eleştirmenin haberi “süslediği” ve “teşekkür aldığı” da görülmüştür.) Bu haberde de bu anlayış geçerli ise o zaman daha çok üzülürüm. Zira haberin CEF Tiyatro ve AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından “böyle” hazırlanmış olduğu sonucu çıkar. Ben gazetecilerin bu “seviyesine” dayanırım da “tiyatrocularınkine” dayanamam. Haberi aldığı gibi veren gazeteciliğin bu durumu, tiyatronun bu "gazeteciliğe" mahkûm olması da içler acısıdır.

Melih Anık

20 Ocak 2013 Pazar

Kemal Başar, Hadi Canım Sen de!


Beni “bahçe”sinden “attii patti :)” yapan Kemal Başar benim “BAHÇE’me gelmiş, son yazdığım üç yazıya  yorum bırakmış. Ben kimliğini gösterenlere, hakaret etmeyenlere, yalan yazmayanlara kapımı açık tutuyorum. Kemal Başar’ın “imâ”larına bakınca bunları arkamdan da konuşuyordur diye  düşünmeden edemiyorum ve tarihe kaynağından kaydedilsin  diye bu yazıyı yazıyorum.

Meğerse “oyunlar tanıtıma muhtaç olduğu için” Yaşam Kaya’ya teşekkür etmiş. Yazının içeriği değil yazılması önemliymiş demek ki. Zira o yazıya “teşekkür edebilmek” için okumamış olmak ya da okuduğunu anlamamak lâzım. Bence okumamış.  “Hamlet’in yönetmeni”nin o yazıyı anlamamış olmasına imkân var mı? Ama Yaşam Kaya’ya da acıdım doğrusu, sen bir yılda 160 gösteri seyret, o kadar yazı yaz ve “dostun” seni “reklâm” amaçlı kullandığını açıklasın.  

Birikimli, çalışkan olduğumu anlamış”, “görüşlerimden de yararlanmış” ama “çağdaş tiyatroyu” bilmiyormuşum. Şöyle “oku”yorum: Kemal Başar “çağdaş tiyatro” yaptığını ve kendisini anlamadığımı ima ediyor.  Onun üç oyunu ile ilgili yazdığım yazılara kendisinden çok olumlu mesajlar aldım. Hadi diyelim ki açıktan ettiği teşekkürler “reklâm” amaçlı da iki kişi arasında kalan muhatabına yazılan mesajlarda nasıl bir “reklâm” amacı olabilir ki! Olsa olsa kendini “reklâm etme” amacı olabilir desem çok mu ileri gitmiş olurum?

Beni  Nişantaşı'na kahve içmeye, Romanya'daki rock müzikalinin(aslı “müzikaliMin”) galasına davet ettiğini yazmış. “Siz Nişantaşı'ndaki buluşmamıza muhterem eşinizle geldiniz” demiş ki yalan! (Ayrıca “muhterem eşimin” bu tartışmada yeri ne? ) Yalnız gittim, yaklaşık üç saate varan görüşmenin ardından eşim beni almak için uğradı, onunla birlikte yarım saat daha oturduk ve ayrıldık. ”Romanya'ya da yine eşinizle birlikte seyahat etmek istediniz, vize işlemlerindeki zorluklardan bu seyahat gerçekleşmedi” demiş ki bu da doğrusu yalanla sarılmış tuhaf bir imâ. Biz çok seyahat eden bir çiftiz bu nedenle daveti alınca ilk tepkim eşimle birlikte gidebileceğimiz  şeklinde oldu. Ancak eşimin tüm masraflarının kendimiz tarafımdan karşılanacağını belirttim. Hatta aynı seyahat acentesinden eşim adına kendi hesabıma bilet ayırttım. Kemal Başar, beni davet ettiğinde bu davetin eşimle bir Romanya seyahati yapmamız için fırsat olacağını düşünmüştüm. Ancak sonradan eşimle yaptığımız değerlendirmede  davete icabet etmenin çok da isabetli olmadığına karar verdik ve daveti reddetme “bahane”si  aramaya başladık. Bu nedenle her ikimizin de geçerli “schengen” vizelerimiz olmasına rağmen o seyahati yapmadık. Seyahat şirketi ile yaptığımız görüşmelerde bulduğumuz “o vizeyle Romanya’ya girebiliyoruz ama başka bir ülkeden geri dönmemiz gerekiyor” gerekçesi bizim çok işimize yaradı ve daveti reddetmek yerine bahane ile davetten “kurtulma”yı seçtik. Önce eşimin gelmeyeceğini belirttim. Benim için de yeni bir vize çıkarmak için bazı dokümanların hazırlanması gerektiğini;  geçmişte yaptığım bir Romanya seyahatinden edindiğim tecrübeye göre bunun da uzun ve  yıpratıcı bir yol olduğunu belirttim. Kemal Başar “sizden bunu isteyemem” dedi. Seyahat, amacımıza uygun şekilde  ve nezaketle başlamadan bitti.  Bizi tanıyanlar çok seyahat ettiğimizi ve seyahat için çözümler ürettiğimizi çok iyi bilir. İsteseydik Romanya’ya giderdik. Şimdi Kemal Başar yorumunda “Romanya'ya da yine eşinizle birlikte seyahat etmek istediniz, vize işlemlerindeki zorluklardan bu seyahat gerçekleşmedi” demiş.  Bu ifadedeki  “çarpıtma” çok açık. Sanki biz “iki kişilik davet istemişiz ve çözülemeyecek vize sorunu varmış” gibi bir imaya açık bir ifade. Ama sonuçlanmamış bir konuda yaşananları üçüncü şahıslarla paylaşmak nasıl bir ahlâk? Erbil Göktaş’ın benim davet edilmiş olduğumu nasıl öğrendiğini sorduğumda Kemal Başar, Romanya’daki toplantıda bu vize konusunu kullandığını;  “Türkiye’den eleştirmen getirmek istiyorum yardım etmiyorsunuz” dediğinde orada bulunan Erbil Göktaş’ın bunu duymuş olduğunu söyledi.  Erbil Göktaş’ın bana “Romanya seyahatini soracağı, gece dersleri verme" "arzu, aymazlık, küstahlık ve terbiyesizliği"ni yeniden düşündüğümde  Kemal Başar’ın beni bu “hâle” düşürerek, nasıl sır paylaşılmaz biri olduğunu anlıyorum. Sonradan yaşananlara bakınca Kemal Başar ile Romanya’ya gitmemiş oluşumuza sevindik. 

Kemal Başar hem yorumunda hem de son “twit”lerinde “kendisine odaklanmış” olduğumu yazıyor. “Saldırgan demagog”, ”amatör tiyatrodan kalma eski bilgilerle ahkâm kesen”, “laf ebesi”  "Bir zamanlar tiyatrocu olmak isteyip becerememiş"  ifadelerini sanki ben kullandım,  ikimiz arasındaki tartışmaya eşini ben karıştırdım sanki. Sonra kalk “eserlerimden çok benimle ilgileniyor” diye şikâyet et. “Etik”ten vazgeçtim, her şeyin bir âdâbı var. 

Eleştirmenin görevi tiyatroya hizmet olmalı, sizin ise egonuzu tatmin etmek için yazdığınızı düşünüyorum” diye de bir görüş atmış ortaya. Ben işin “magazin tarafıyla ilgileniyormuşum”. Şu “magazin” tarafına bakalım önce. Bu işin magazin tarafı ne? Kemal Başar’ın kendi hayâlinde uydurduklarını düzeltmek mi? Yoksa ima benim kendimi magazinleştirmem midir? Bunu düşünsem, düşündüklerimi değil, “Kemal Başar’ların” hoşuna gideni yazarım. Onların ne beklediğini biliyorum, onları tatmin etmek kolay ve de RAHAT!   Her şeye “BENİM,BENİM ” diyerek tiyatro yapmayı hedef almış birinin, karşısındakinin “ego”sunu kafaya takmış olmasını “ilginç” buluyorum. Kendi görevini  unutup, “eleştirmen”e görev tarifi yapması daha da ilginç. (“İlginç” için sözlüğümde başka kelimeler var ama kullanmıyorum) Ama beni “vurma” amacıyla yazdıklarında haklı bir yan  var. Sanatın, sanatçının içinde “ego” vardır. Yaratıcılık, “ego” ister. “Ego” yoksa ya da  doğru değil  ve gelişmemişse bu iş yapılamaz ama kötü tarafı, bu eksikliğin kendini  başka türlü dışa vurmasıdır. "EGO"nun varlığını kabul edip “adam” gibi davranmasını bilmek gerekir.  Ben  sanatsal yaratımlar  üzerine “hobi” olarak ve “AMATÖR”ce yazıyorum. Bu bana bir rahatlık vermesinin yanında “ego”mu da istediğim gibi ortaya koymama, onunla yüzleşmeme yarıyor, "Kemal Başar'lar" “ego”ma ne diyecek diye kendimi engellemiyorum. “BENİM  Romeo Jüliet’im” diyen bir yönetmen karşısında  kendi “ego”nuza sarılmazsanız o yönetmenin “reklâmını” yapabilirsiniz sadece. Önemli olan, “doğru ego”ların karşılaşması. Yerinde olmayan "ego" ile tartışmak da tatmin etmiyor insanı. Belki de "magazinleşme" görüntüsü de bundan kaynaklanıyor.

Kemal Başar, “amatör tiyatro geçmişim, aile düzenim, başarılı iş hayatım  ve bilgi birikimim nedeniyle” bana “saygı” duyuyormuş.

“Hadi canım sen de!”

Melih Anık

19 Ocak 2013 Cumartesi

Cef Tiyatro, Kemal Başar ve “Profesyonellik”


23 Ocak’ta Hamlet’in Gala’sı var ben de orada olacağım ardından da gördüğümü yazacağım. O ana kadar düşündüklerimi yazayım ki Hamlet için yazdıklarımla ilgili herkes bir şey söylemesin, kulp takmasın.

Ne mutlu bana ki Kemal Başar’ın ifadesine göre yazılarımı okuyan 300 kişi var(mış) ben o kadar bile değildir diye düşünüyordum. Yazmaya başladığımda karım ve kızımdan başka bir üçüncü kişi okusa bana yeter diyordum. “Amatör tiyatrodan kalma eski bilgilerle profesyonellere ahkâm kesen”(Bakınız Kemal Başar twitleri) biri için çok bile! Ben “hobi olarak” tiyatro yazıları yazıyorum, “eleştirmen” değilim ama hem pek çok tiyatrocudan çok daha fazla hem de “amatör”ce tiyatroyu yaşıyorum.  Ama şu “profesyonel” Kemal Başar’ın ne kadar “profesyonel” olduğuna bakalım mı?

Cef Tiyatro özel tiyatro olarak kim bilir ne fedakârlıklarla bir oyun sahneleme kararı almış ve yönetmen olarak da Kemal Başar’ı seçmiş. Yâni bir anlamda bir projesinin başına “şantiye müdürü” getirmiş.(Ben “inşaatçı”yım ya kendi dilimi kullanıyorum)  Yönetmenin tercihine göre de kadro seçimi, finansman ve iş programı yapmış, halkla ilişkiler ve reklâm  stratejilerini kurmuş. Salon bulma, her yeni salona yerleşme, turneler, bilet satışı, pazarlama,  dekor transferi vb işler için de yapılanmış.

Daha oyunun Gala’sı yapılmamışken Kemal Başar’ın “dostu” eleştirmen, oyunla ilgili bir eleştiri(?) “döktürmüş”(!)  Yazı (her zamanki gibi) öylesine  “yalapşap” ve “ahbap işi” ki  yazar, oyunun baş rol oyuncusunun soyadını , dekor tasarımını yapanın ismini yanlış yazmış; 13 kişilik oyundan sadece  dört oyuncunun ismini vermiş; yönetmen yardımcısından, ışık tasarımcısından, kısa film yönetmeninden, fotoğrafçısından, prodüksiyon sorumlusundan, afiş tasarımcısından, yönetmenin “kırk yıllık” arkadaşından hiç bahsetmemiş; seyrettiği oyunu da metni darmadağın ederek kendine göre süslemiş. Arda Aydın’ın yazısına göre oyunda olmayanları yazmış. Ama “sayılı” eleştirmenin(?) derdi oyunu yazmak değil yönetmeni övmek zaten.

Bu “profesyonel”(?) yönetmen, baş rol oyuncusunu incittiği çok açıkça belli olan; yaptıkları katkı görmezden gelinen  kadronun diğer mensuplarının sessiz alınganlığına neden olan “saçma sapan” yazının yazarına “oyuna ilgisi ve (kendisinin ‘şahsen’)hak etmediği zarif cümleleri” için teşekkürler etmiş. “KENDİSİNİN hak etmediği ZARİF CÜMLELER..” Yönetmen yazının kendine ait kısımlarını "görebilmiş"! "EKİBİM EKİBİM" dediği kadrosuna(?) yapılan terbiyesizliği de umursamamış. Bu, oyun için karanlık bir dönem oluşturmuş, oyunun geleceğini riske atmış. 

 Herhangi bir şirkette olsa "saygısız" yazıya “teşekkürler” eden “profesyonelin”(?) işine son verilir, hemen iş yerinden uzaklaştırılır, camiada ismi hemen yayılacağı için de başka şirketler de kendisine bir daha iş vermezdi. Zira onun “profesyonel”liğinin farklı olduğu, kendini işe alan şirketin çıkarlarının, yatırım ve risklerinin  farkında olmadığı, projenin (burada “oyun”un) başarısı yerine kendi başarısına önem verdiği anlaşılmış olur.  

Elbette tiyatroda genellikle yönetmenin sırtında maddi açıdan yumurta küfesi yok, yapılanları umursamayan, hatırlamayan  bir camia da “profesyonel”e(?) iş vermekte bir sakınca görmüyor  o da OYUNUNU “sahneliyor” ve bazı yönetmenler de bu yolla yâni ona iş veren aymazların yardımı ve “dost”larının övgüleri ile “kariyer” sahibi oluyor.

Ha bu arada “içimize sızmış “ olduğu için “tiksindirici” bulduğu kişiler var ya onları Nişantaşı kafelerinde kahve içmeye, yurt dışında yönettiği oyunlara  kendisi “davet” ediyor. Kendini “şişiren”lere açıktan, aynayı yüzüne tutanlara da özel mesajlarında “teşekkürler etmeye”, ortamı “sıcak” tutmaya gayret ediyor. İşler onun istediği gibi giderken, “Bir zamanlar tiyatrocu olmak isteyip becerememiş”lik üzerine “utanmazlık” yapmıyor. Onları destekleyen ve aslında kendi dikenlerini çıkarmakla meşgul küçük jüri üyeleri ile de hoş bir diyalog içinde. Geri kalan “koskoca” tiyatro camiası ne yapıyor derseniz, “görüyor, duyuyor ama susuyor”. Sonra da kendisinin ilgilendiği bir dâvada herkesin yanında olmasını istiyor.

 Ben bu olayda en çok Cef Tiyatro için üzülüyorum. Zira bu olayda “profesyonel” anlamda risk taşıyan o.

Melih Anık 

17 Ocak 2013 Perşembe

Kemal Başar Öfkesini Yenemiyor


Kemal Başar, son “twit”iyle bana veda etti:

“Kendini allame-i cihan sanıp ürettiklerimden beslenen, ota boka laf yetiştiren birini daha def ettim bahçemden . Atti, patti :))”


Dikkat ederseniz bu “twit’te ismim geçmiyor ama beni aynı zamanlı olarak “block”ladığı için ben olduğumu anlıyorum.

Ama dikkat edilmesi gereken “şey”ler var “twit”inde:

"Kendini allame-i cihan sanıp"
“ürettiklerimden beslenen”
“ota boka laf yetiştiren”
“def ettim bahçemden”
“Atti patti :))”

"BENİM, BENİM, BENİM" diyen Kemal Başar demek ki "allame-i cihan" sanmayı bana öğretmiş, sevinse ya. Ama ona yetişemeyeceğime eminim.

Bir tiyatrocu ki yönettiği oyunları yazanları “ürettiklerimden besleniyor” diye suçlayabiliyor.  Kemal Başar’ı yazmakla elde edebileceğim bir kazanç, onur yok. Onun övgü dolu mesajlarından bu son twit’in geleceğini tahmin etmek benim için zor değildi. Yanılmadım.

Ben yazdığı twit’leri cevapsız bırakmadım. Demek ki "ota boka laf yetiştirmişim"

Kemal Başar beni “bahçesinden def etmiş”. Birini "block"lamayı böyle alenen ilan edebilmek Kemal Başar'a “kahraman”lık gibi geliyor ve onu tatmin ediyor demek ki. “Kahraman”ın(!) ismimi belirtememesini ona yakıştırıyorum.

Atti, patti :))” ise yoruma ihtiyaç kalmayacak şekilde “'kahraman'ın hâlini" ele veriyor.      

Kemal Başar’ın beni incitebilmesi için çok çok çok yorulması ve yukarıdakilerden daha “dolu” şeyler yazabilmesi lâzım. Bunlar “eğlencelik”tir benim için.

Ben her zaman söyledim “kötü sözler kişiliği yansıtan bir ayna”dır. Bir kez daha yanılmadım.

Melih Anık

Hikâye Gibi…


Telefon çaldı, açtım. “Merhaba!” ben bu sesi tanıyorum, evet o ama ne alâka?

Tiyatrocu ya, sesi  zihnime kaydolmuş. Oynadığı dizi çok tutuluyor, rol aldığı son film çok beğenilmiş.  Lâf yokluğunda “Nasılsınız?” “İyiyim? Siz?” “Yazılarınızı zevkle okuyorum” “Teşekkür ederim” “Telefonunuzu ….dan aldım. Bir kahve içsek?” “Memnuniyetle?” “Bu akşamüstü olur mu?” “Olur, yeri siz seçin. Malûm ünlü olan sizsiniz.” “Cihangir olur mu? Kendi evimiz gibi olmuş bir kafe var.” “Olur. Kaçta?” “5 desek mi? Akşam bir ödül töreni var Lütfi Kırdar’da Öncesinde doktoruma kısa bir uğramam lâzım, Harbiye’de” “Tamam, görüşürüz.”

Görüşmenin süresini de belirlemiş oldu nezaketle. Anlaşılan iki saat süremiz var. Olsun bütün geceyi beraber geçirecek değiliz ya. Çok bile, ne konuşacağım? Neden aradı? Son yönettiği oyunu seyretmedim. Üstünde de çok tartışma yapıldı. Seyretmeye niyetim yok, hele topluluğun yaptıklarından sonra. Neyse anlarız.

Taksim’den yürüyerek gittim. Henüz gelmemiş. Kafe, yol üstünde. İçeriye doğru genişliyor. Hava soğuk. İçerde bir masa seçtim. Yeşilçam Sokağı kafelerine benziyor ama giren çıkan yüzlerin gösteri dünyasından olmasından dolayı, yoksa o “ruh” yok. Kapıya doğru bakıyorum, 5-10 dakika sonra girdi içeri. Selamlar verildi alındı, gerçekten burası onun evi gibi. “Sakıncası yoksa dışarıda oturalım mı? Sigara içiyorum da. Hem ısıtıcı da var, üşümezsiniz.” “Tabii..”

Dar girişin bir yanında  oranın “sahibi” olan kediyi rahatsız etmemeye çalışarak  divana oturdum, o da karşıma oturdu. Garson belirdi başımızda, siparişleri verdik, o sigarasını yaktı. Sanki söze başlamak için bir nefes çekmesi gerekiyordu. “Teşekkür ederim, bir süredir sizinle tanışmak istiyordum. Yazılarınızı takip ediyorum. Ben herkesi okumam ama siz bence ilk ikidesiniz.” “Mutlu oldum. Sizin gibi bir tiyatrocunun ilgisi beni memnun etti.

Benden bir iki yaş genç, aslında herkes benden genç artık. İki ismi var. “Hangisini kullanıyorsunuz?” Söyledi. “Son oyunumu gördünüz mü?” “Hayır, görmeye de niyetim yok, hele topluluğun yaptıklarından dolayı” “Ne yapmışlar?” “Değeri olmayan övgülere yaslanıyorlar” “Ha evet… O da eleştirmen mi?” Adını söylemiyor ama biliyoruz kimden bahsettiğimizi.  “Aslına bakarsanız benim de içime sinmedi. Nasıl zorlandım, oyuncularla..” “Oyunu yeni bir mekâna getirmişsiniz, videosunda gördüm. Oyuncularla yapılan söyleşileri dinledim. Beni da tatmin etmedi.” “Haklısınız..” “Ama çok seyirciye ulaşmış.”  “Evet.. Siz de bir ara seyretseniz..?” “Yok ben almayayım.. Hem topluluk ne yaptığını bilmiyor. Kendini  her öveni nasıl övdüğüne bakmadan sayfasına koyuyor. ” “Rica ettiler, kıramadım o oyunu yönettim ama benim de bir ilgim kalmadı onlarla.” “İyi olmuş.” “Sizi rahatsız eden konuyu anlatacağım ……’na” “Nasıl isterseniz..” “Size bir şey diyeceğim..” Durdu.. Sanki ben “söyleme” desem söylemeyecek.. Ne söyleyeceğini merak eden bir ifadeyle yüzüne baktım. “Sizinle birlikte çalışsak? Siz yöneteceğim bir oyunda  dramaturg olsanız? Yazılarınızda çok derin analizler ve araştırmalar var.” “Olabilir ama resmi olarak ekipte olmam. Oyun hakkındaki görüşlerimi sizinle tartışırım.” “Bence bir sakıncası yok.” “İyi o zaman, siz oyuna karar verin konuşalım” “Oldu.. Memnun oldum. Gelecek hafta Ankara’ya gideceğim. Orada belli olacak nerede oyun yöneteceğim. Sizi ararım.” Biraz daha hoş beş, dedikodu, tiyatro âlemi vs vs.. Galiba bir saati ettik.

Dudakları başka gözü başka şey söylüyordu. Saatine baktı. “Dedim ya Harbiye’de olmam lâzım, akşam tören de var, bu saatte trafik de sıkışık olur..”Tabii ki..” Hesabı imzaladı, para ödemedi.. Kucağıma yayılmış kediyi sarsmamaya çalışarak kalktım. Kalktığım yere itinayla yerleştirdim. Kedinin istifini hiç bozamamasına kızdım. Sanki ben onun rahatını sağlamakla görevliydim. Köşe başından taksiye bindik. Şoför hemen tanıdı. “Vay   ….. abi, nasılsın? Dizi de şahane, geçen akşam bir güldük..” “Sağol..” Harbiye’ye doğru yola çıktık.

Melih Anık

16 Ocak 2013 Çarşamba

Kemal Başar’ın Sevdiği Eleştiri ve de Öfkelendiği TWİT’ler


Cef Tiyatro’nun Hamlet’i için “sayılı” eleştirmen(?) Yaşam Kaya eleştiri(?) yazmış. Hamlet’i oynayan  Arda Aydın’ı  “Arda Turan” olarak yazdığı ve yazdığını okumadığı için “sayılı” eleştirmenin(?) eleştirisine(?)  Arda Aydın pek haklı olarak tepki göstermiş. Yazıya dikkatimi çeken Arda Aydın’a  bir twit yazdım:  “Okudum ve kopyasını aldım. Eleştiri düzeyini 'çok hoş' bulamadım. 'Dost'u memnun etme amaçlı bir yazı”.  Her şey bu “dost” kelimesinden çıktı. Meğerse Kemal Başar bizi dinliyormuş, “twite karıştı”, “dost”u merak etti, cevapladım: “Yazıda adı geçen tüm dostlar”. Kemal Başar, “Beni kişisel çekişmelere karıştırmayın. İyi geceler” dedi gitti…. sanıyordum ki gitmemiş dinliyormuş hâlâ.. İçinde bir süredir biriktirdiklerini,  “twit”lerle çıkardı ağzından. (Merak edenler onun diğer ‘dostu’ Üstün Akmen için yazdıkları üzerine benim yazdıklarımı okuyabilir. Kemal Başar, kendini zorlayarak ilişki götürmeye çalışırken yazdıklarına benim cevabımı almıştır diye düşünüyordum ama almamış demek ki onun için biriktirdikleri diyorum.) Bakın neler dedi:

8 Ocak 2013 Salı

Yazanı Belli Olmayan Eleştiriler Üzerine


İnternet kullanımının yaygınlaşması ile birlikte yeni  yeni  “hâl”ler hayatımıza girmeye başladı. “İnternet bots”  zaten hayatımızı kontrol ediyor.  Yazıların altına “adsız” veya  uydurma  isimlerle eklenen yorumlar; sosyal medyada, “görünen” ama  sahibine ait olmayan isim ve resimlerle oluşturulan “sanal kişilikler” çoğalmaya başladı. Bu ortamdan “cesaret alan” sahte kimlikler, akıllarına geleni yazarak öncelikle yeni bir “tatmin hâli" modeli sunuyor. Ben buna “vur kaç” diyorum. Siz samimiyetle kendinizi ortaya koymuşken onlar “iz bırakmadan” size vurmaya çalışıyor. Fail-i meçhullerin kapsam alanı genişliyor. Onların sizin kadar samimiyetli olmadığı kesin. Gördüğüm kadarıyla ortaya atılan bir söz, bir resim hemen de taraftar topluyor ve yayılıyor.

Son günlerde bu “hâllere” bir yenisi eklendi. “Sanal” isimle yazdığı ortaya çıkan bir tiyatro “eleştirmeni”(?) üzerine yazılanlara bakınca bu konuda da tarafların oluşmaya başladığına tanık oldum. Bu elbette yeni bir şey değil, geçmişte “mahlas” kullanan pek çok kişi var. “Mahlas” kullanmanın da bir yolu yordamı var.  “Mahlas”,  “gizli kişilik” anlamına gelmiyor. “Mahlas” SANAL değil. Karanlık dönemlerde isimlerini saklayarak yazan pek çok kişi de var. Ama sorarım size “zil çalıyor, çalmıyor” demek için “sanallaşmaya” gerek mi var? Bunun "mahlas" diye yutturulmasına kanacak mısınız?

Yazan kendini şöyle savunuyor:  “’Kendiniz olarak’ açıkça her şey yazmak mümkün mü?”  Okuyan ise : “Ben yazanın kim olduğuna bakmam yazının içeriğine bakarım. Bilgi ve birikimle yazılmışsa yazanın kimliğinden bana ne!” diyor.

Ben her iki görüşü de katılmıyorum.

Tiyatrocu sahnede kendini açıkça ortaya koyuyorsa onu yazan, eleştiren de kendini o açıklıkta ortaya koymak zorunda. Bu en azından bir nezaket kuralı.  Aynı zamanda hem kişisel hem de toplumsal “ahlâk”ı da ilgilendiriyor. Eleştiri yazmak, bir anlamda ortam oluşturma, yönlendirme gibi etkisi ve iddiası olan bir eylem. Düşüncelerin arkasında açıkça durabilme, bir cesaret değil bir görev.

Yazarın “bilgi ve birikimi” ile ilgilenenler için söyleyeceğim şudur : “kendinizi aldatmayın”.  Zira ifadenizden kendi “bilgi ve birikiminize” olan inancınız yansıyor. Sizi kandırmak öyle kolay değil, yazarın bilgi ve birikimini “şıp” diye anlarsınız, öyle mi? Tarih, sizin gibi “kül yutmazların” hikâyeleri ile dolu. Hitler’i hatırlayın.. Bir ülke, adamın “bilgi ve birikimine” inandı. Hem de adam kendini takma isimle saklamadan “yürüdü”. Kim, ne olduğu bilinmeyen her hangi birinin ne amaçla yazdığı bilinmeyen yazılarını kendi  hassas terazinizle ve iç güdünüzle çözebileceğinize inanıyorsunuz öyle mi?  Aranızda yazarlar, yönetmenler, oyuncular var. Diyelim ki siz çok dikkatlisiniz, sizi kimse kandıramaz da “elini sıktığınız” kişinin gerçek “yüzünü” de mi merak etmezseniz? “O”nun  geçmişinde sizi ilgilendirecek hiçbir şey de mi yok? Kim olduğunu bilmediğiniz biri elinize bir piyes  tutuştursa oynar mısınız? Elinizdeki kriter, sağlamlığından kuşku duymadığınız “kendi algınız” mı olacak? “O” kişinin gizlenerek” sizi “kandırmasını” bir yana bıraktım, bunun size hakaret anlamına geldiğini de düşünmüyor musunuz? Belki de merak etmediğiniz için “tatlı vaatlere” kanarak oyunuzu da öyle veriyorsunuz kim bilir? Eğer siz "öyle" iseniz sizin oyunlarınızın ve de alkışlarınızın samimiyetine nasıl inanacağız?  

 Karanlık, güneşin batması değildir sadece, gölgeleri “kabul etmek”tir.  “Kendisi olamayanların” çoğaldığı toplumlarda “gölgelerin hâkimiyeti ve gücü” artar. Buna izin vermemek elimizde.        

Melih Anık

Not: Bu tür sanal kişiliklere -soruşturmadan- sayfalarını açan "portal"lere ise en basit ifade ile şaşırıyorum.

7 Ocak 2013 Pazartesi

Eleştirinin Matematiği : "Sayıyla" Eleştiri


Tiyatromuzun “sayılı” eleştirmeni son yazdığı “twit”te gene “say”mış:



Tiyatro mevsiminin Ekim’de resmen başladığını kabul edersek 12 hafta içinde 92 gösteri seyretmiş. 12 haftadaki gün sayısı 94. Demek ki her akşam bir gösteride. Allah daha çok versin. Demek ki aranıyor, davet ediliyor o da kıramıyor gidiyor. Tiyatromuz “onsuz” yapamıyor besbelli. 12 haftada 59 yazı yazabilmiş. Hafta başına 5 yazı. Nerdeyse her güne bir yazı düşüyor. Daha 33 yazı da bekliyor. Bu hızla giderse onları yazması 6 hafta alacak. Tabii ki bu arada yeni gösterilerin seyredilmesi var. Yanlış hatırlamıyorsam geçen sene 160 gösteri seyretmişti.

Tiyatro sezonu 1 Ekim ile 30 Mayıs arasında geçiyor, yedi ay, 30 hafta, 210 gün gibi.. Bu hesaba göre sezon sonuna doğru yavaşlıyor “sayılı eleştirmen". Haklı yoruluyordur.

Bu matematiği neden yaptın derseniz, lafı “her oyun için ne kadar zaman ayrılmalı”ya getirmek istediğim için derim. “Sayılı eleştirmen"in yazılarına “eleştiri” denemeyeceğine göre oyun eleştirisi için ayrılan sürenin ne olacağı üzerine “en altta” bir yerden başlamış  olur ve de bir akıl yürütmesi yapabiliriz.

Ben oyun öncesi bir hazırlık yapılması taraftarıyım. Aslına bakarsanız önümü görebilirsem yani sezon öncesi hazırlıkları falan biliyorsam daha önceden hazırlanmaya başlıyorum.Bilgi kaynağı bakanlık yardımının açıklandığı listeler ile ödenekli ve özel tiyatroların açıklamaları. Onlar yıllık repertuar hakkında bir bilgi veriyor. Genelde prömiyerden bir, bir buçuk ay önce oyun medyada bahsedilmeye, röportajlar yayımlanmaya başlanıyor. Mevcut bilgileri toparlamak, oyunun açtığı ufka bakarak, röportajlardan ortaya çıkan yönlere göre  yeni okumalar yapmak mutlaka gerekiyor. Okumak ile sınırlı değil yaptığım, bazen müzik, video  araştırmak, seyretmek de lazım. Bu ön süre bazen beş altı güne kadar çıkıyor. Bu arada yeni çıkan kitap, dergi, film, müzik, müze  vb’leri de takip etmek gerekiyor. Ve tabii ki yurt içi ve dışı seyahatler de var. Bu tür eylemler  “boşalan batarya”yı doldurmak için gerekli. Hayatınızda bunlara yer ayırmazsanız,  farklı  türlerde ve türler arasında okumalar yapmazsanız  bir süre sonra eriyip gitme ve depodan yeme riski ile karşı karşıya kalırsınız. Ben tiyatro mevsiminin daha durgun olduğu zamanlarda bu hususlara yer vermeye daha çok zaman ayırıyorum. Oyunu seyrettikten sonra da ilk yazdığımı yayımlamadığım  ve yazının üzerinde her gün okuyarak en az birkaç gece uyuduğum için seyrettiğim bir oyuna ait benim yazı yazma sürem ortalamada bir haftaya geliyor. Yazımın içime sinmesi önemli olduğu için bu süreyi kısa bulduğum  ve  daha uzun sürelere ihtiyacımın olduğu süreçler yaşıyorum.  Bence oyun yazısı öyle “daldırıp çıkarılacak” bir şey değil.

Günlük  yürüyüşler yapıyorum. Yazılarımı rafine ettiğim nice yürüyüşlerim var. Bazen de işte bunun gibi konsantrasyonumu farklı yazılara vererek dinleniyorum.

Benim yazı sürecim bu… “Sayılı eleştirmen"i prömiyerlerde, galalarda görünce neden onun kadar “prodüktif”  olamadığımı düşünüyorum. Aslına ben biliyorum da tiyatrocuların çoğu farkına varamıyor, anlamıyor, ayırt edemiyor, umursamıyor;  önemli olan “Benden bahsedilmiş mi? Beni övmüş mü?”   Umurunda olan, durumu dert edinen  tiyatrocu sayısı da çok az. 

“Sayıyla eleştiri”, kilo ile alınan kitaplar gibidir. Ne çıkarsa bahtına!

Melih Anık