Telefon çaldı, açtım. “Merhaba!” ben bu sesi tanıyorum, evet
o ama ne alâka?
Tiyatrocu ya, sesi
zihnime kaydolmuş. Oynadığı dizi çok tutuluyor, rol aldığı son film çok
beğenilmiş. Lâf yokluğunda “Nasılsınız?”
“İyiyim? Siz?” “Yazılarınızı zevkle okuyorum” “Teşekkür ederim” “Telefonunuzu ….dan
aldım. Bir kahve içsek?” “Memnuniyetle?” “Bu akşamüstü olur mu?” “Olur, yeri siz
seçin. Malûm ünlü olan sizsiniz.” “Cihangir olur mu? Kendi evimiz gibi olmuş
bir kafe var.” “Olur. Kaçta?” “5 desek mi? Akşam bir ödül töreni var Lütfi
Kırdar’da Öncesinde doktoruma kısa bir uğramam lâzım, Harbiye’de” “Tamam,
görüşürüz.”
Görüşmenin süresini de belirlemiş oldu nezaketle. Anlaşılan
iki saat süremiz var. Olsun bütün geceyi beraber geçirecek değiliz ya. Çok
bile, ne konuşacağım? Neden aradı? Son yönettiği oyunu seyretmedim. Üstünde de
çok tartışma yapıldı. Seyretmeye niyetim yok, hele topluluğun yaptıklarından
sonra. Neyse anlarız.
Taksim’den yürüyerek gittim. Henüz gelmemiş. Kafe, yol
üstünde. İçeriye doğru genişliyor. Hava soğuk. İçerde bir masa seçtim. Yeşilçam
Sokağı kafelerine benziyor ama giren çıkan yüzlerin gösteri dünyasından
olmasından dolayı, yoksa o “ruh” yok. Kapıya doğru bakıyorum, 5-10 dakika sonra
girdi içeri. Selamlar verildi alındı, gerçekten burası onun evi gibi. “Sakıncası
yoksa dışarıda oturalım mı? Sigara içiyorum da. Hem ısıtıcı da var,
üşümezsiniz.” “Tabii..”
Dar girişin bir yanında oranın “sahibi” olan kediyi rahatsız etmemeye
çalışarak divana oturdum, o da karşıma
oturdu. Garson belirdi başımızda, siparişleri verdik, o sigarasını yaktı. Sanki
söze başlamak için bir nefes çekmesi gerekiyordu. “Teşekkür ederim, bir süredir
sizinle tanışmak istiyordum. Yazılarınızı takip ediyorum. Ben herkesi okumam
ama siz bence ilk ikidesiniz.” “Mutlu oldum. Sizin gibi bir tiyatrocunun ilgisi
beni memnun etti.
Benden bir iki yaş genç, aslında herkes benden genç artık.
İki ismi var. “Hangisini kullanıyorsunuz?” Söyledi. “Son oyunumu gördünüz mü?” “Hayır,
görmeye de niyetim yok, hele topluluğun yaptıklarından dolayı” “Ne yapmışlar?” “Değeri
olmayan övgülere yaslanıyorlar” “Ha evet… O da eleştirmen mi?” Adını söylemiyor
ama biliyoruz kimden bahsettiğimizi. “Aslına
bakarsanız benim de içime sinmedi. Nasıl zorlandım, oyuncularla..” “Oyunu yeni
bir mekâna getirmişsiniz, videosunda gördüm. Oyuncularla yapılan söyleşileri
dinledim. Beni da tatmin etmedi.” “Haklısınız..” “Ama çok seyirciye ulaşmış.” “Evet.. Siz de bir ara seyretseniz..?” “Yok
ben almayayım.. Hem topluluk ne yaptığını bilmiyor. Kendini her öveni nasıl övdüğüne bakmadan sayfasına
koyuyor. ” “Rica ettiler, kıramadım o oyunu yönettim ama benim de bir ilgim
kalmadı onlarla.” “İyi olmuş.” “Sizi rahatsız eden konuyu anlatacağım ……’na” “Nasıl
isterseniz..” “Size bir şey diyeceğim..” Durdu.. Sanki ben “söyleme” desem
söylemeyecek.. Ne söyleyeceğini merak eden bir ifadeyle yüzüne baktım. “Sizinle
birlikte çalışsak? Siz yöneteceğim bir oyunda dramaturg olsanız? Yazılarınızda çok derin
analizler ve araştırmalar var.” “Olabilir ama resmi olarak ekipte olmam. Oyun
hakkındaki görüşlerimi sizinle tartışırım.” “Bence bir sakıncası yok.” “İyi o
zaman, siz oyuna karar verin konuşalım” “Oldu.. Memnun oldum. Gelecek hafta
Ankara’ya gideceğim. Orada belli olacak nerede oyun yöneteceğim. Sizi ararım.” Biraz
daha hoş beş, dedikodu, tiyatro âlemi vs vs.. Galiba bir saati ettik.
Dudakları başka gözü başka şey söylüyordu. Saatine baktı. “Dedim
ya Harbiye’de olmam lâzım, akşam tören de var, bu saatte trafik de sıkışık
olur..”Tabii ki..” Hesabı imzaladı, para ödemedi.. Kucağıma yayılmış kediyi
sarsmamaya çalışarak kalktım. Kalktığım yere itinayla yerleştirdim. Kedinin istifini
hiç bozamamasına kızdım. Sanki ben onun rahatını sağlamakla görevliydim. Köşe
başından taksiye bindik. Şoför hemen tanıdı. “Vay ….. abi, nasılsın? Dizi de şahane, geçen
akşam bir güldük..” “Sağol..” Harbiye’ye doğru yola çıktık.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder