28 Kasım 2012 Çarşamba

Tiyatro “Deneme Tahtası” Değildir


Son zamanlarda sahnelenmiş bazı oyunlarda seyircinin “oturmadığı” oyunlardan söz ediliyor. Seyircinin “oyunun bir parçası”  yapıldığı bu oyunlarda seyirci ayakta durarak, mekân değiştirerek, zaman zaman eziyet çektirilerek oyun seyrediyormuş. Bunlar “galiba artık tiyatronun ölmediğini kanıtlamak için” bulunan bir yolmuş, “ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor”muş.

Tiyatro “âlem”inden bilgisi olanlar kimin, neyi, nasıl ve niçin yaptığını biliyor da yazıları nedeniyle kendisi “bir âlem” olanlar ise kişiliklerini yazıya döküyor, “âlem” yazılar yazıyor.

Bu “âlem” yazara göre “tiyatronun ölmediği kanıtlanıyormuş”. Bunu yapan tiyatrocu ise tiyatroya, biz ona “tiyatrocu” demişsek bize yazık! Tiyatronun kendisini kanıtlamaya ihtiyacı var mı! Elbette çok kişi seyretsin, oyun, piyes, gösteri, dizi, film, belgesel vs nedir ne değildir anlasın isterim. Tiyatro hep vardır, var olacaktır.  Bir an için tiyatronun olmadığını bir düşünün, “tiyatro yapma” “tiyatroya çevirdin” “burası tiyatro mu?” “tiyatroya git sen” “tiyatrocu mu olacaksın sen” “hayatım tiyatro” diyebilir misiniz? Kendinizi anlatabilmek için bile “tiyatro”ya ihtiyacınız var. Aslında SİZİ tiyatro anlatıyor ama SİZ henüz görmüyorsunuz, torunlarınız görecek “dedelerini”!

Bu “âlem” yazara göre, “öyle” yapılarak yani seyirci oturtulmayarak “ilgisi ayakta tutuluyormuş”.  “Âlem yazar”, insanın durumu ile tutumu arasında ilişki olduğunu belirtiyor. Ayakta iseniz ilgi “ayakta”, yatıyorsanız ilgi “yatakta”, uçuyorsanız ilgi “havada”… Oturarak seyredilirse ilgi “oturakta”.. Bu bağlantı da “âlem” olmuş.

Ayıptır söylemesi bizim de bu tür tiyatroya bir katkımız olmuştur. 1975 yılında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları tarafından oynanan “Akşam Erken İner Mahpushaneye” isimli oyunumuzda biz seyirciyi demir parmaklıklı bir hapishane koğuşuna çevirdiğimiz sahneye, hapishane müdürünün karşısından tek tek ve sorgulayarak, ismini ve suçunu kaydederek geçirmiş ve sokmuştuk. O dönemde çok da yaygın olan hapishane edebiyatından yaptığımız bir derleme metni, meydancıların yönlendirmesiyle sürdürülen doğaçlamayla iç içe geçirerek bir oyun oynamıştık. Oyuncular yanlarına oturan seyircilerle sohbet ediyor, onların suçlarını öğrenmeye çalışıyor ve önceden hazırlanmış bir metne bağlayarak oyunu oynuyordu. Amacımız hapishanede geçen 24 saatin içindeki aramalar, dışarı çıkarılmalar, yemek yapmalar, yemeler vs den oluşan olaylarla  “hapislik” duygusunu yaşatmaktı. Oyun sonunda seyirciler(tutuklular) tek tek isimleri okunarak müdürün karşısına getiriliyor, kendilerine nasihat ediliyor ve tahliye oluyorlardı. Bu sırada pişmanlıklarını dile getiren seyircileri duydum.

İçerdeki o ortamda seyircilerin tavırları değişiyor, kimi çocuklaşıyor, kimi kendi uydurduğu suçun altında eziliyor, kimi saldırganlaşıyordu. Bir gece, içeriye attığımız bir seyircinin oyun henüz başlamamışken  fenalaştığı haberi verildi. O seyirciyi tahliye ettik. Ben kendisiyle konuştum. Meğerse hapisten çıkalı 3 gün olmuştu; “o” korku ve sıkışmışlık hâli nüksetmişti.

Şimdi seyirciyi oyunun “parçası yapmaya çalışan” o oyunları düşündükçe ilk, onu hatırlarım. Duru Tiyatro’nun “Bana Bir Picasso Gerek” isimli oyununda da seyirci karanlık dehlizlerden gestapoların arasından geçirilerek karanlık ve izbe bir mekâna götürülüyordu. O oyunu yazdığımda da bu duygularımı paylaşmıştım.( http://melihanik.blogspot.com/2009/02/duru-tiyatro-bana-bir-picasso-gerek.html)

Seyircinin oyuna katılması fikri yeni bir buluş değil. “Tiyatronun ölmediğini kanıtlamak” ya da “ilgiyi ayakta tutmak” için de başlatılmış değil.  Bizim gibi çağı yakalayamamış ülkelerde “ilginç” sayılan denemeler olur, ilgi çeker ama ilgiyi ayakta tutmaz.  Aynen “in-yr-face” model tiyatronun bizde çıkışı ve modasının geçmekte oluşu gibi. Tiyatroda “avangard”, bir ihtiyacı karşılamak için, mevcut metin ve söylem yetmediği zaman ortaya çıkar. Yâni bir ihtiyacın karşılığıdır, “orijinallik” olsun diye yapılmaz. Yapanların konuyla ilgili birikimlerinin olması beklenir. Tüm koşullar yerinde değilse benim “bekleme” performansında(?) başıma gelen olur. (http://melihanik.blogspot.com/2012/05/mekan-artda-hayatmn-performans.html) Bir araya getirdiğiniz insanları saatlerce “bekletip”, onları “dikizlerseniz” bir yere varamazsınız. Zira önce “bekleten”de oturmuş bir felsefe ve onun neyi, niçin yapmakta olduğunu bilmesi gerekir. Aksi halde seyirci “yararsız kobay” olur. Bugünün ortamı “avangard” sayılacak pek çok denemeye gebe ama onu görecek ve sunacak “yürek” ve “zekâ” gerekiyor. Zira “avangard” izin beklemez.

“İlginçlik” diye başlayanın modası çabuk geçer. Geçer ama bu tiyatroya ilgiyi ayakta tutmak yerine “bir seksen” yere de yatırabilir. Bu nedenle tiyatronun “deneme tahtası” olmadığını hatırlamak, hatırlatmak her tiyatrocunun sorumluluğudur.

Melih Anık

Not:
Akşam Erken İner Mahpushaneye isimli oyunun derleyen ve yönetenlerden biriyim. Oyunun ismini,  Ahmed Arif’in bir şiirinden almıştık. Oyun  Ahmed Arif, Hasan İ.Dinamo, Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin, Attilâ İlhan,Can Yücel şiirleri ile Çetin Altan, Emin Bozarslan, Namık Behramoğlu, Demirtaş Ceyhun, Kerim Korcan, Erdal Öz, Sevgi Soysal, Kemal Tahir, Adnan Veli’nin eserlerinden derlenmişti.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Mimesis’in “Eylemliliği”


Mimesis “Tiyatrocuların Eylemliliği” başlıklı bir editör yazısı yayımlamış. Kim yazmış? “Editör”. Editör kim? “Duruma göre değişiyor. Kimin eli ererse. Ama diğer editörlerle konuşuyor.” (Bana daha önce verilen cevaba göre ben verdim sorduğum soruların cevaplarını.) Yâni “nöbetçi editör” yazmış yazıyı. Ama “Editörün ismi yok!” "Ortak akıl"  herhalde! 

Ben ne söylediğine değil nasıl söylediğine bakacağım “Editör”ün?
Duru Tiyatro’nun durumu için yetkililer kira ve elektrik giderlerinin uzun süredir ödenmediğini ifade ederken, Beyoğlu Belediyesi Muammer Karaca Sahnesi’nin depreme dayanıklı olmadığını ifade ediyor” ifadesi bunun için uygun bir örnek.

Yani bir taraftan “iki tiyatro mekânsız kaldı” derken diğer taraftan da birinin borcu vardı diğerinin binası da tehlikeli idi gibi bir “nesnel”(?) yaklaşım “göstereceksiniz”, hemen arkasından “Sorulduğunda son yıllarda ne kadar çok sahne açıldığını rakamlarla gözümüze sokan bu anlayış, bu sahnelerin kullanımı için gereken eş-dost bağlantılarını veya talep edilen ücretleri söylemeyi unutuyor” diyerek “birilerine” “çakacaksınız”! Kim onlar? Borcunu ödemeyen Duru Tiyatro ve tehlikeli binada oturan Dostlar Tiyatrosu’nun isimlerini açıkça verirken “son yıllarda ne kadar çok sahne açıldığını söyleyen ama kullanımına sıra gelince yüksek ücret talep edenleri” “es” geçeceksiniz, öyle mi?

Sonra da “Velev ki bunlar doğru olsun”!  

Biz de size “aslan çocuklar” mı diyeceğiz?

Ardından “kendi sorununu şu ya da bu şekilde çözdüğünde işine gücüne dönüyor” diyerek tiyatroculara “çakacaksınız” ama gene “ortadan”. Kim o tiyatrocular? Hepsi mi? İsmi olmayan “Editör”  “çaktıklarını da isimsiz bırakmış”!

En sonda da bilgece(?) bir bitiş cümlesi: “süre giden sessizliğe bakarak bu konunun da kısa sürede unutulacağını söylemek kehanet olmayacak.”

Peki siz ne güne duruyorsunuz? Unutturmamak sizin göreviniz değil mi? Siz –artık nasıl olursa- ses çıkarsanıza!

Ama bir yazı içinde bu kadar “slalom yapan”, “hem nalına hem mıhına vuran” Mimesis, kendini kurtarmış, "balkona çıkmış" (!)

Haldun Taner için aklınıza geleni yazdınız. Birkaç yazı da bunun için yazıverin canım! Ama "editörün ismi olsun"!

Sevsinler sizi! Sizin “eylemliliğinize” ne demeli?

Melih Anık

25 Kasım 2012 Pazar

Ne Bu? “Eleştiri” mi?


Yazı yazmak zor bir iş. Yazı yazan herkese saygı duymaya çalışıyorum. Bazen dayanamadığım anlar oluyor. İşte o anlardan birindeyim. Meselem İhsan Ata değil tiyatro eleştirmenliği ve sapla samanı ayıramayan tiyatro camiası. İhsan Ata’yı örneklediğim için önce kendisinden sonra tüm tiyatroculardan özür dilerim.

Yazar İhsan Ata..  http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0hsan_Ata adresinde kendisinden şöyle bahsediliyor:

24 Kasım 2012 Cumartesi

Canınızı Sıkacağım, Özür Dilerim!


23 Kasım 2012 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ini 17.sayfasında yan yana iki yazı vardı. Biri Zeynep Oral’ın köşe yazısından “büyütülmüş yazısı(“Karaca Tiyatrosu Yıkılmasın”)  diğeri Ahmet Cemal’in köşe yazısı(“Kapanacak Olan Duru Tiyatro Değil”).

Zeynep Oral, 33 yıl önceyi anımsatıyor, “1979 yılının güneşli bir sonbahar sabahı”  tiyatromuzun en ünlü isimlerinin Karaca Tiyatrosu’nun önünde toplandığını, İstanbul Sular İdaresi tarafından yıktırılmak istenen, tiyatro tarihimizin abidelerinden biri olan Karaca Tiyatrosu’nun yıkımını nasıl önlediklerini şu sözlerle anlatıyordu:  “Hep birlikte sanatçısı, izleyicisi, basını öyle bir haykırdık ki, o yıkımı durdurduk…

23 Kasım 2012 Cuma

Fırat Tanış Diye Biri


Bir zamanlar Oyun Atölyesi’nin “tetikçisi” olan Fırat Tanış gürlemiş.(!) Meğerse Dot, Oyun Atölyesi sigortasız işçi çalıştırıyormuş.

“Tetikçisi” diyorum çünkü onun Oyun Atölyesi’nde sigortasız çalıştığı günlerde yazdığım bir yazı nedeniyle tüm Testosteron ekibi olarak  beni “çocuk tacizcisi” olarak suçlayanların başında kendisi geliyordu. (O saldırı sırasında yorum yazmayan bir tek Emre Karayel vardı. Oyun Atölyesi’nin gişecisi Barış dahil olmak üzere tüm çalışanları üzerime atlamak, “birilerine” yaranmak için birbiri ile yarışmıştı. Kemal Aydoğan Tiyatro Dünyası’na yazımı kaldırtmak için baskı yaptı ama “kendi adıyla” yorum yazmadı. Kim o oyuncuları kışkırttı acaba?) http://hayatinnabzi.blogspot.com/2010/10/testosteron-bir-yoruma-cevap-frat-tans.html

“O” Fırat Tanış, beni “öyle” suçlamaktan utanmadığı o ahlâk anlayışıyla Antalya Film Festivali sırasında bir şarkıyı ters yüz ettiği için(“Hamlet’e tesbih çektirerek”) “kahraman” seviyesine çıkartıldı.

Bugün tiyatro dünyası, geçmişindeki “pisliği” temizlememiş birinin yazdığı twitleri ciddiye mi alacak?

Gidin http://www.tiyatrodunyasi.com/makaledetay.asp?makaleno=924 adresindeki yorumları bir okuyun. 

Fırat Tanış’ın ve de Kemal Aydoğan’ın yöneticisi olduğu “Oyun Atölyesi Cemaati”nin gerçek yüzünü “orada” bulacaksınız.

Ben içine girdikçe kaçmaya çalıştığım bu tiyatro dünyasındaki etik değerleri sorguluyorum. O günlerde başka işlerle meşguldünüz, beni tanımıyordunuz, ya şimdi?

Susacak mısınız? Fırat Tanış’ın twitlerini, “damardan” yaptığı “tornistan şarkıları” ciddiye mi alacaksınız?

Melih Anık

17 Kasım 2012 Cumartesi

Bir Yönetmene Mektup


Sevgili Yönetmen,

Bana bir soru sormuşsun.  Bunun cevabı yazdığım yazı ve "twit"lerde var. Ama takip edememiş olduğunu düşünerek sorunun cevabını vermeye çalışacağım.

"Twitter çıktıktan sonra mertlik bozuldu" diyebiliriz sanırım. Twit'lerin anlam ifade ettiği bir zamandayız.

Zamanımızda tiyatrocuların tek derdi var, bahsedilmek. (Seni tenzih ederim)  Ama ben adım geçti, beni yazdı diye her yazıyı RT etmem. Her yazı yazana AYNI değeri vermem. RT etmek “değer vermek” anlamına geliyor. Zira "benim hakkımda yazmış okuyun" demek. Başka bir bakışla "ben bana sövse de RT ederim" de denilebilir ama bunu yapmak o kadar da kolay değil, algı da öyle değil. Başka bir bakış açısı ise "Aramı bozmayayım. Madem yazmış yazısını yayayım" demektir.

Beni ısrarla oyunlarına çağıranlar yazdığım yazı istedikleri gibi çıkmayınca internet sayfalarına koymuyor. Anlıyorum. Hatta hak da veriyorum.  Ama aynı kişiler beni yeni oyunlarına çağırdıklarında hatırlatıyorum.

Yönettiğin oyun, arkasında durduğum bir oyun oldu. Bunu seninle de paylaştım. Amacım seni övmek değil bana müthiş bir keyif veren bir oyunu yazmaktı. Yazarken de çok keyiflendim. Şunu  söylemek zorundayım -alçak gönüllü olmanın anlamı yok- ben bu yaşıma kadar böyle bir yazı okumadım. Yazının iyi kötü oluşu değil verilen emek, araştırma vs lerden bahsediyorum. Yazdığım kendi keyfimle ilgili olduğu için teşekkür de değil beklediğim. Ancak benim yazımla, oyunda ilgisiz şeylerden bahseden bir yazı AYNI değil.

Eleştiri seçmektir. Eleştirilmek isteyen de seçici olmak zorundadır. Kendisi hakkında yazılan her yazıya AYNI değeri vererek denge tutturma gayreti benim için takdir edilecek bir şey değildir. O zaman sahnede yarattığına hayran kaldığım biri nasıl olur da bu ayrımı koyamaz diye sorarım. Yoksa o, sahnede gördüğüm değil miydi?  Eleştirinin iyi olabilmesi tiyatrocuya da bağlıdır. Hem yaptıkları hem de eleştiriye karşı duruşu ile.

Eleştirinin seyirci açısından Türkiye'de hükmü de yok. Ama ödül jürilerinin eleştirmenlerden oluştuğunu düşünürsen ki bu da yanlış ama gerçek, tiyatrocu “ahbap çavuş” ödüllerle avunmaya çalışıyor. Bu böyle gitmez kimse bundan yarar sağlamaz, tiyatro da..

Oyundaki ince oyunculuklarına dokunan bir yazıyı "görmezden gelmek" (oyuncularına sorar mısın lütfen) ne demek? Böyle eleştirileri çok mu aldılar? Yoksa onlar da hesap peşinde mi?

Bunları açık açık yazdığımda algı şu olacaktır: “Adam övülmek istiyor.” Oysa övülmek değil, takdir etmesini bilen tiyatroculara saygı duymak istiyorum. Onları sahnede canlandırdıkları karakterlere inanabilmem için onların yüreklerinin titrediğini hissetmem lâzım.


Tiyatro yazıları yazmaya başladıktan sonra hayâllerimdekilerin yıkılmasına üzülüyorum. Zira o tiyatro dünyası benim hayâlini kurduğum dünya değil. Sahne sahte..

Sevgi ve saygılarımla.

Melih Anık

Coşkun Büktel Ölüleri Gömün Yazıma İtiraz Etmiş


Coşkun Büktel, Ölüleri Gömün oyunu için yazdığım yazıdan   “anlamadım” diye aldığı bir paragrafa  altı paragraflık cevap yazarak gayet iyi anladığını göstermiş.

Oyunun onun çevirisinden aldığım şu cümleyi hatırlatmak isterim: “Yarın akşam başlayacak olan savaşın ikinci yılı” / “Time: The second year of the war that is to begin tomorrow night”

Bu cümlenin içinde “tüm” savaşlar var zaten. Bu cümlenin geniş ufkunu düşündüğünüzde sahnedeki oyun “hapsedilmiştir”. Bu bir “aşağılama” değildir, yazımın tümünden bu yargıyı çıkarmak için önyargılı olmanız gerekir. Oyunu başarılı bulduğumu anlamış olan birinin aynı zamanda prodüksiyonu aşağılamış olduğumu söylemesi de tuhaf değil mi?

Son günlerde karşıma çıkan “asparagas tiyatrosu” tanımını da kitabını okumadığım için duymamışım demek ki. Bulur da kitabını okursam Coşkun Büktel’in ne demek istediğini daha iyi anlayacağımı umut ediyorum. ("Yönetmen Tiyatrosuna Karşı" isimli kitabını piyasada aradığımı, verilen adreslerde bulamadığımı belirtmek isterim.)

Benim kitabım yok ama ben de Coşkun Büktel’e tüm yazılarımı okumasını tavsiye ederim. O zaman sanırım benim "’daha farklı nasıl yapılırdı?’ sorusuna” kafayı takmadığımı anlayacaktır. Ancak sahnede “farklılıklar olduğunu” söylediğine göre bunun işin doğasında olduğunu onaylamış oldu. 1936 tarihli bir oyun 2011’de sahnelendiğinde “farklılıkların” olmaması normal değil zaten. Her şeyden önce seyirci farklı. Benim peşinde olduğum “anlatmak”tır. Tiyatro “anlatır”.

Sahnede “İsrail, Irak ya da Suriye'nin olması ya da adlarının geçmesi” değildir maksadım. Irwin Shaw doğal olarak kendisinden sonraki savaşları görmemiştir. Oyun, bugünün seyircisine içinde yaşadığı ve hayatını etkileyen savaşlara dair bir şeyler söylemek zorundadır. Yani seyirci salondan çıkarken “1936’da öyle bir savaş olmuş” izlenimi ile ayrılmamalıdır. Bu tüm oyunlar için de böyledir. Ben yazarı tahrif eden tüm oyunlara karşı çıktım. Ama bu yazarın dediklerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamanın önüne geçmemelidir.

Ben “sıradan” bir seyirci değilim. Ben bu oyun nedeniyle içinde yaşadığım coğrafyayı ve savaşları düşünmüyorum, onları düşündüğüm için bu oyuna gidiyorum. Sorun “sıradan” bir seyircinin ne anladığıdır.

Coşkun Büktel’e tavsiyem tv için yazdığı senaryolar ve şu sıralarda okumakta olduğum İkinci Geliş romanında seslendiği seyirciyi ve okuru düşünmesidir.

Melih Anık

Ölüleri Gömün oyunu için yazdığım yazı:
Coşkun Büktel’in cevabı:
http://www.facebook.com/coskun.buktel/posts/515986321752816)

NOT:

Coşkun Büktel cevap yazmış.Cevabına bağlantı vermeyi gereksiz buluyorum. Zaten aşağıdaki cevabım ne olduğunu anlatacaktır:

"Cevabıma çıkarttığınız sesi duydum."

14 Kasım 2012 Çarşamba

ANTONİUS ile KLEOPATRA’nın Oyuncularına Açık Mektup


Zerrin Tekindor, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal, Evrim Alasya, Muharrem Özcan, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya,Tuğçe Karaoğlan, Mehmet Özbek

Dikkatinizi çekmiştir hitap satırında iki isim yok. Biri Oyun Atölyesi’nin patronu. Bir zamanlar oyunculuğunu beğendiğim bir aktördü ama son yıllardaki çıkışları nedeniyle ona karşı olan sempatim yok oldu, benim için inandırıcılığı sona erdi. Diğeri ise oyunun yönetmeni. Onun neden olmadığını da siz benden daha iyi biliyorsunuz.

Antonius ile Kleopatra oyununa Kevork Malikyan(Enobarbus)  ile başladınız. Londra’ya gidene kadar her şey yolunda gitti. Nedense Malikyan Londra’da provalara gelmedi. Siz Globe’daki gösteriniz için onsuz bir çözüm bulmaya çalıştınız. Elbette bu geçici bir çözümdü, günü kurtarmaya yönelikti. Neyse ki Kevork Malikyan Globe’da sahneye çıktı da siz İngiliz seyirci önünde utanacak bir duruma düşmediniz. Ancak siz İstanbul’a dönerken Kevork Malikyan dönmedi. Onun hakkında tazminat talebiyle dava açılması düşünüldü.

İKSV Tiyatro Festivali’ndeki gösterilerden başlayarak Haziran 2012’deki gösterilerde Kevork Malikyan ve Enobarbus sahnede yoktu. Oysa oyunun biletleri Kevork Malikyan varmış gibi satıldı. O sıralarda satılan oyun dergisindeki kadroda Kevork Malikyan vardı ama sahnede yoktu. Oyun Atölyesi’nin internet sayfasında Kevork Malikyan’ın ismi çıkarıldı. Rol dağılımı belli olmadığı için Enobarbus var mı yok mu belli değildi.

Bu akşam Biletix’in sayfasında  24 Kasım 2012 tarihli İzmir gösterinizin kadrosunda Kevork Malikyan’ın ismini gördüm. Biletix bunu kendi kendine koyacak değil ya Oyun Atölyesi’nden almıştır. Ülkemizin sayılı eleştirmeni Yaşam Kaya sizi övmeye ayırdığı yazısında Enobarbus’u Emre Karayel’in oynadığını yazmış. Ancak ben onun dediğine inanmadığım için son durumu en iyi sizden öğreneceğimi düşündüm. İçinizden adreslerini bulabildiğim beş isme(Zerrin Tekindor, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal, Evrim Alasya) “twit” yazdım ve Kevork Malikyan’ı(Enobarbus’u) sordum. Gerçi kuşkudayım ama cevap almayı diliyorum. Kuşku içindeyim çünkü içinizden hiç biri Enobarbus’suz gösterilerle ilgili medyaya hiçbir açıklama yapmadınız.  Ama merak ediyorum siz Kevork Malikyan’sız gösteriler öncesi seyirciye durumun açıklanması için ne yaptınız? Aranızda ne konuştunuz? O “ayıplı” gösterilerden sonra bırakın seyirciyi birbirinizin yüzüne nasıl baktınız? Merak ediyorum, çünkü sizler kısa ya da uzun tiyatro geçmişi olan ve  meslekleri nedeniyle halkın sevdiği, saygı duyduğu insanlarsınız. Bu sevgi ve saygıyı herhangi bir rolü güzel oynamanız yanında mesleğiniz ve de kişiliğiniz nedeniyle görüyorsunuz. Bu sevgi ve saygı, seyircinizi sahne dışında kandırmadığınız, dürüst insanlar olduğunuz için size gösteriliyor. İçinizden bazısı Testosteron oyunu ile ilgili yazdığım yazıya nasıl da yorumlar yazmıştı, hatırladınız mı? Siz böylesine mücadele seven gençlersiniz. Şimdi yapacağınız açıklama sizin durumunuzu ortaya koyacak. İzmir’de Kevork Malikyan var mı yok mu? Biletix’in ilanı yanlış mı? Enobarbus'a ne oldu? Ne yapacağınız şu açıdan da önemli: Tiyatrocu yanlışlarla mücadele eden insandır. Onun için sahne bir “yalan” değildir. Sahnedeki inandırıcılığınız sokakta nasıl durduğunuzla bir anlam kazanır. SİZ NASIL TİYATROCUSUNUZ? Tercih sizin.

Melih Anık

Not:
Bugün(15 Kasım 2012) Biletix twitter aracılığıyla bana bir mesaj gönderdi. Kevork Malikyan İzmir'de sahne almayacakmış. Yazımın hitabında Biletix olmamasına rağmen Biletix'den aldığım bu cevap bana açık mektubumun seslendiği kişilerin olaya müdahale ettiğini gösteriyor. Bunu olumlu buluyorum. Ancak şimdi  Enobarbus rolüne ne olduğunun açıklanması gerekiyor. Bunu da ancak sizler(yukarıda isimleri olan oyuncular) yapabilirsiniz, yapmalısınız. Zira Globe'dan geldikten sonra "Antonius ile Kleopatra", "Globe'da sahnelenen oyun" olarak tanıtılıyor. Oysa Haziran 2012'den itibaren o, farklı bir oyun artık. Bunun sorumluluğunun bir kısmı da sizlerin omuzlarınızda.


Savaş Aykılıç'a Göre Antigone ile Prometeus


Savaş Aykılıç o “meşhur”(nasıl olmasın o “ayarsız” övgülerle) yazısında iki oyunu karşılaştırmış ve demiş ki:

Antigone ne anlatıyor?

Aiskylos, “Prometeus” ile ne anlatıyorsa onu:

Ey seyirci! Ey vatandaş! Aklını (Zeus) ve öngörünü (Prometeus) bağdaştır, barıştır, sentezle; eğer trajedilerden uzak, barışık ve mutlu yaşamak istiyorsan!

"Peki “Antigone” ne anlatıyor? Oyun seyirciye ne diyor? Ne demek istiyor?

Ey seyirci! Ey meclis! Ey vatandaş! Ey bu oyunu seyredip hayat üzerine yeni yargı(lar) ve karar(lar) verecek olanlar!… Devletin yasaları (Kreon) ile ilahi /Tanrısal yasalar çelişmemeli, uyuşmalı ve sentezlenmelidir. Yoksa hem Kreon (iktidar) ve hem birey; Antigone, Prens Haimon, ana kraliçe Euridike ve giderek bütün bir toplum/halk (aynı kandan ve aileden de olsalar) trajedilerden, felaketlerden ve acılardan kurtulamaz…"

Birinde akıl ile öngörünü bağdaştır, barıştır, sentezle” ; diğerinde “devletin yasaları (Kreon) ile ilahi /Tanrısal yasalar çelişmemeli, uyuşmalı ve sentezlenmelidir

İki cümleyi ortak “bağdaşma-çelişmeme, barış-uyuşma ve sentez” ile bitirince aynı(?) şey anlatılmış olunuyor demek ki.

Her ikisi de aynı kapıya çıkıyormuş:

"trajedilerden uzak, barışık ve mutlu yaşamak istiyorsan"
"trajedilerden, felaketlerden ve acılardan kurtulmak istiyorsan"

Böyle aynı kapıya çıkan çok oyun var.

Birinde “akıl ve öngörü” diğerinde “devlet ile İlâh” varsa ne umurun!

Allah için aynı şeyi anlatıyormuş iki oyun!

Antigone'yi  "uyduramazsanız"  Prometeus'u verelim! 


Melih Anık

Hadi Bakalım TEB, Göster kendini!


Kadıköy Anadolu Lisesi bünyesinde bulunan Duru Tiyatro'ya ait salonun tahliyesinin istenmesini Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı Üstün Akmen "kıyım" olarak değerlendirmiş. (http://tiyatroelestirmenleribirligi.org/haberler/342-uestuen-akmen-kiyima-duru-tiyatrodan-baslamak-istiyorlar)

ÜSTÜN AKMEN: “KIYIMA DURU TİYATRO’DAN BAŞLAMAK İSTİYORLAR”  başlığı ile yayımlanan  bildirisinde “Bizler, UNESCO'ya bağlı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin birer üyesiyiz ve Kamil Onaran'ın marifetini ibret için yedi düvele ilan edeceğiz.” demiş.

TEB’in tüzüğünde  “UNESCO'nun bir yan kuruluşu olan, kısaca A.I.C.T diye anılan "Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (Association Internationale des Critiques de Theatre) - Paris" ile mesleki, bilimsel ve teknik alanlarda işbirliği yapar” yazıyor.

"Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (Association Internationale des Critiques de Theatre) - Paris" in sayfasında Unesco ilişki şöyle tanımlanıyor:

The International Association of Theatre Critics (IATC) is a Non Governmental Organization benefitting under statute B of UNESCO.

The dissolution of the IATC shall be decided by a vote of three fourths of the Member Associations. Any remaining contributed funds shall be disbursed according to the original conditions of gift and the IATC's surviving assets shall be remitted to UNESCO.

Yani neymiş?

TEB, "Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (Association Internationale des Critiques de Theatre) - Paris"e “BAĞLI” değilmiş.("Gönül bağı" başka!)

Zaten “The International Association of Theatre Critics (IATC)” de Unesco’dan belli kurallara göre yararlanıyormuş. UNESCO’dan parasal destek aldığı için de bir gün kapanması gerekirse fonları Unesco’ya devredilecekmiş. Yani İATC’nin Unesco’ya bağlılığı da tartışılır. Bu durumda “UNESCO'ya bağlı Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin birer üyesiyiz” ifadesi de “suyunun suyu” olur. 

TEB Başkanı “TEB olarak” bildirmemiş de “birer üyesiyiz” demiş, kendi adına konuşmuş. ("Birer askeriyiz" gibi olmamış mı Allahaşkına!) Anlaşılan gene iş TEB Başkanı’na düşmüş. Tek başına “çırpınıyor”.  Ama bu “yedi düvele ilan”, AKM’nin işgali gibi olursa diye de çok korkuyorum. UNESCO ve IATC  ile korkutacaksan önce o uluslar arası söyleme “bağlı” olman gerekir. Malûm tüm dünyanın çok hassas olduğu “intihal” olayı var ya.

Gene de bekliyorum “yedi düvele yapılacak ilanı”. Hadi bakalım TEB'ciler, gösterin kendinizi!

Melih Anık

13 Kasım 2012 Salı

Ah “Hocam” Ah! Ayşegül Yüksel'in "Cesaret Ana ve Çocukları" Eleştirisi


Prof.Ayşegül Yüksel bugün(13 Kasım 2012) Cumhuriyet Gazetesi'nde Ayşe Emel Mesci’nin yönettiği “Cesaret Ana ve Çocukları” oyununu  “Brecht’çe Bir İbret Oyunu” başlıkla “eleştirmiş”.

Demiş ki:
Ayşe Emel Mesci’nin Devlet Tiyatroları’nda ilk kez sahnelenen “Cesaret Ana”nın Ankara DT yapımını kotarırken titiz bir çalışma yaptığı görülüyor.”

 “ Brueghel’in resimlerini andıran biçimde “uzak açı” gözetilerek yerleştirilmiş( dekor tasarımı Murat Gülmez’in tarihsel gerçekleri yansıtan giysi tasarımı İnci Kangal’ın). Osman Uzgören’in puslu ışık tasarımı da savaş alanlarının anlatımına “masalsı uzaklık” sağlıyor..”

Öte yandan oyunda yeni bir epizod başlarken 20. Yüzyılın savaşlarına ilişkin görüntüler, sahnenin ön düzeyindeki perdede sinevizyon yoluyla dile geliyor ve tarihten günümüze ulaşan çağrışım alanları yaratıyor.”

Sonuç olarak da savaş üstüne yapılan tartışmanın duygusal olarak “masalsı” uzaklıktan ama ‘güncel’ düşünsellikle algılanması sağlanmış.”

Masal ile gerçek arasındaki ilişki bir de şarkılar aracılığıyla belirleniyor. Paul Dessau’nun “lied” geleneğine yaslanan müziği ile Brecht’çe ironiler içeren şarkı sözlerinin çeliştirilerek savaş üstüne tartışma yaratma amacı, şarkı sözlerinin Türkçe’de yeterince vurgu almayışı nedeniyle tam olarak gerçekleşemiyor. Kimi oyuncuların şarkı performansı yeterli değil.”

Yönetmen Mesci’nin yaratıcılığı, yapımı,görsel/işitsel öğelerin kullanımı ve oyunun akışı açısından kusursuza ulaştırıyor.Oyuncular her bölümde yansıyan “toplumsal duruş”u belirlemede başarılı. Cesaret Ana’yı oynayan Sükun Işıtan ise gerek doğal oyunculukla teatral oyunculuğu dengelemesiyle, gerekse şarkıları yorumlayışıyla “sevimsizliği içinde acınası” olabilen Brecht karakterini soluklu kılıyor.

Keşke metnin -cümle ya da replik düzeyinde- cımbızlanmasıyla oyun zamanı kısaltılmış olsaydı. O zaman oyuncular “söz fırtınası”na kapılacaklarına, “söylem”in seyirci tarafından daha kolayca algılanabildiği bir oyunculuk oluşturabilirlerdi.”

YİNE DE PARLAK YANLARIYLA ÖNE ÇIKAN DEVLET TİYATROLAR’NA YAKIŞIR BİR ÜSTÜN-YAPIM VAR KARŞIMIZDA.İZLEYİN!”

Yâni, karşımızda:
“Titiz”
“Kusursuza ulaşmış”
“Tarihten günümüze ulaşan çağrışım alanları yaratan”
“Savaş üstüne yapılan tartışmanıngüncel’ düşünsellikle algılanması sağlanmış”
“’Toplumsal duruş’u belirlemede başarılı”

“Tarihsel gerçekleri yansıtan giysi tasarımı olan”
"’Sevimsizliği içinde acınası’ olabilen Brecht karakterini soluklu kılan  bir baş rol oyuncusuna sahip


bir oyun var.

GERÇİ :
“…  savaş üstüne tartışma yaratma amacı, şarkı sözlerinin Türkçe’de yeterince vurgu almayışı nedeniyle tam olarak gerçekleşemiyor. Kimi oyuncuların şarkı performansı yeterli değil.”
 “Keşke metnin -cümle ya da replik düzeyinde- cımbızlanmasıyla oyun zamanı kısaltılmış olsaydı"
“Oyuncular ‘söz fırtınası’na kapılacaklarına, ‘söylem’in seyirci tarafından daha kolayca algılanabildiği bir oyunculuk oluşturabilirlerdi"

AMA….
  “PARLAK YANLARIYLA ÖNE ÇIKAN DEVLET TİYATROLAR’NA YAKIŞIR BİR ÜSTÜN-YAPIM VAR KARŞIMIZDA. İZLEYİN!”

Ah “Hocam” Ah!

Melih Anık

5 Kasım 2012 Pazartesi

Tuncay Özinel’in İsyanı ve "Oyun" Böyle..


Tuncay Özinel, bazısı ile aynı mektubun hitap satırında yan yana gelmek bile istemediğim kişilerin arasında bana da yer vermiş ve İBBŞT Sanat Yönetmenliği’ne gönderdiği mektubu benimle de paylaşmış. Bana yer vermiş olmasını onun verdiği değer olarak alıyor ve teşekkür ediyorum. Tiyatromuzu ilgilendiren konularla ilgili görüşlerimi ifade olanağı veren bu gibi olanakları fırsat sayıyorum. Bu nedenle görüşlerimi yazmak istedim. Umarım Özinel’e de yararlı olurum.

Tuncay Özinel, teklif etmiş olduğu “ Yüzleşme”, “Nice Yıllara” ve “Yaşamın Sesi” isimli oyunlarının İBBŞT’nın  15 Kasım 2011 tarihli toplantısında kabul görmediği ile ilgili 10 Ekim 2012 tarihli bir cevap aldığını belirtiyor. “Kabul görmediği” herhalde “repertuara kabul edilmedi” anlamına geliyor. Oyunlar, 15 Kasım 2011 tarihli toplantının gündemi olduğuna göre demek ki çok daha önceden İBBŞT’na sunulmuş. Toplantı tarihine bakarak oyunlar ile ilgili karar Ayşenil Şamlıoğlu’nun Genel Sanat Yönetmenliği döneminde alınmış. Şamlıoğlu, 29 Mayıs 2009 tarihinde İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği görevine getirildi. Ondan önce 8 Ocak 2008 tarihinde İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği'ne getirilen Orhan Alkaya var. Şimdilik Genel Sanat Yönetmeni ise Hilmi Zafer Şahin.  Toplantı kararını toplantı tarihinden bir yıl sonra gönderen yönetim düzenini dikkate aldığımızda oyunların  Orhan Alkaya döneminde sunulmuş, Ayşenil Şamlıoğlu döneminde karara bağlanmış ve Hilmi Zafer Şahin döneminde bildirilmiş olması bana hiç de tuhaf gelmiyor. Öyle düşünmek "ateşimi alıyor". Size “absurd” mü yoksa “satirik” mi geliyor?

Tuncay Özinel’in kelimeleriyle :
Selim İleri ‘Nice Yıllara’ isimli oyun için ‘yer yer Çehov’ demiş.”
“Yüzleşme için Devlet Tiyatroları baş rejisörü Erhan Gökgücü ‘Bu da oyun mu!’ demiş ama  Yüzleşme’yi  Lionslar ve Marmara Üniversitesi yılın oyunu seçmiş; tarihçi Mehmet Çelik , eleştirmenler Seçkin Selvi ve Üstün Akmen, Ülkücülerin avukatı Kerinçsiz, İlâhiyat Fakültesi’nden Prof. Cahit Baltacı ve Gülen cemaati yayını “Sanat Alemi.net”  (oyun hakkında) methiyeler düzmüş. Oyun  Afife Jale’ye aday gösterilmiş.  Aydınlık dergisinde ve bir çok gazetede “Koşun Yüzleşme’yi izleyin “ diye yazılar çıkmış. Ülkemizde ilk kez müthiş bir politik konsensüs sağlanmış.”
 ‘Yaşamın Sesi’ isimli oyun ile ilgili Tuncay Özinel  “Bu ülkede yaşananlara seyirci kalmamak ve taşın altına sanatçı olarak eli sokmak adına yazılmıştır. Çünkü bu oyun Kürt olayını irdelemekte ve PPK’nın eline silahı kimin verdiğini anlatmaktadır. Devlet Tiyatroları'na vermiştim onlar da duyarsız kaldılar. Sizler başka bir ülkede yaşıyorsunuz ya, o nedenle tabi bu ülkenin sorunları sizi ilgilendirmez” demiş.

Oyunlar hakkında yapılmış tanıklıkları öğrenince benim görüşümün ne önemi var. Benden bu konuda bir görüş istenmediğini anlıyorum. Ama konuyla ilgili başka görüşlerimi belirtmemde bir sakınca olmasa gerek.

Benim bu konuda bir deneyimim yok ama yaygın kanı odur ki ödenekli tiyatro repertuarlarına "oyun sokmak" bir “beceri” işidir. Bu “beceri”yi ben tanıyorum. Kamu salonlarına tahsis alma, belediyelere oyun satma, kamu festivallerine çağrılma, yönetimlerde “bizim” adamımızı yerleştirme “beceri”leri  benim çok iyi bildiğim ihale işlerine çok benziyor. Geçmişte bir ihalede verdiğimiz teklifin başka bir şirketin kollanması nedeniyle reddedilmesi üzerine ben isyan etmiştim ama benden çok daha tecrübeli olan patron beni sakinleştirmiş “Olur böyle şeyler, bir dahaki sefere bizi seçerler” demişti. O zaman çok gençtim anlamamıştım. Ama hayat bana öğretti. “Oyun” böyle…

Tuncay Özinel’in oyunlarının değerinin anlaşılmaması karşısında incinmemiş olduğunu sanıyorum zira o oyunlarının değerini biliyor. "Değer" bir gün mutlaka anlaşılır, "iyi olan" nasılsa kazanır. Dilerim "repertuarda  bekleyen 5000 oyun" arasına onun oyunları da girer, oyunu sahnelenir. Bu düzende bile bir gün herkese bir rol çıkar(sıra gelir). Şimdilik, oyunun iyi olup olmaması değil asıl sorun (herhalde). “Oyun” böyle..

Bu yazıyı, Türk Tiyatro tarihine ışık tutsun diye yazıyorum. Galiba Türk Müteahhitlik tarihini de aydınlatmış oldum.

Melih Anık

2 Kasım 2012 Cuma

Tiyatro Eleştirisinin Manifestosu


Oyundan bir manifesto çıkmasa da beğenilen bir rejiyi “kötü bulmamak” mümkündür.

Çiğ ışık  oyun sonu beklenmeden yâni  oyun başlar başlamaz eleştirilir. İnandırıcı ışık “eleştirmen puanı” toplar.

Dekor tasarımı seyirciyi diri tutmalı, sürekli uyarmalı oyuncunun oyunu ile doğrudan bağ kurmasına yaramalıdır.

Tasarlanmış giysiler gayet zevkli bulunsa da gömleklerin dönemselliğinden kuşku duyulabilir.

Koreografi, rolün dönüşümünün bedensel “eğretilemesini” simgelemesi açısından değerlendirilir.

Bilinç dışını akıl dışı büyüsellikle buluşturan mistik bir simge olan koreografi yürekten alkışlanır.

“Yani bana sorarsa (ki neden sorsun)” gibi “kendin sor kendin cevapla” yöntemi  eleştirinin gereğidir.

Role can verilirken rolü iyiden iyiye ezbere dayamak serbesttir.

Tutkuları değil, onun(?) bileşimini oluşturan duygular öne çıkarılarak iyi bir şey yapılmış olur.

Rolün duygularına doğrudan, hiçbir hazırlık ya da destek olmadan ulaşmaya çalışmak bir kusur sayılır.

Özdeşleşilecek karakterin dokusunun "nahif" maddesi vardır. O maddenin kavranması ya da o dokuyu çabuk yakalamanın zorluğunun bilincinde olmak gerekir.

Oyuncu yönetmene kendisini fiziksel olarak en yüksek derecede teslim edebilir.

Oyuncunun duygularını “psikolojik coşkularla” değil, somut ve olabildiğince net fiziksel aksiyonlarla aktarması mümkündür.

Oyuncunun rolünü kurmasına, temellendirdiği aksiyonlar yardımcı olabilir.

Oyuncu, rolünü fiziksel varlığında içtenlikle yaşarken, duygularını hiç mi hiç hareketsiz bırakmazsa iyi olur.

Dilin doğasındaki vurgulara; bazı sözcük vurgularında ses kontrolüne; yapım ekleriyle sözcüğü genişlettikçe vurguyu son heceye kaydırmaya daha bir dikkat etmek gerekir.

Oyuncunun amcası olan eleştirmen, oyuncuya beşibirlik gibi bir “aferin” verir.

(İmza) 

"Duayen" Eleştirmen


Not:

Ben okuduklarımdan aktarıyorum.
Melih Anık

“İtinalı Özen” ile Oyunlarınız Övülür


Yaşam Kaya’nın son   …..  yazısı “Tarihin Yok Edemeyeceği Büyük Aşk!”  Oyun Atölyesi’nin Antonius ile Kleopatra oyunu ile ilgili idi.  Yazıda beni ilgilendiren  “Enobarbus’u ve Pompeius’u Emre Karayel’in canlandırdığı”nı  “haber” veren ifade oldu.

Oyun Atölyesi’nin sayfasına giderek bu değişikliğin kaydedildiğini görmek istedim. Şu an(2 Kasım 2012) itibariyle durum şudur:




Yâni Oyun Atölyesi’ne göre Emre Karayel, “Pompeius/Scarus”tur.

Bu durum benim oyunu seyrettiğim akşam da öyleydi:



Ama o akşam o rol dağılımında gösterilen Enobarbus(Kevork Malikyan) sahnede yoktu.

Peki Oyun Atölyesi’ne göre “Pompeius/Scarus” olan Emre Karayel, Yaşam Kaya’nın yazısında nasıl “Enobarbus ve Pompeius” oldu. Ve Yaşam Kaya her rol ve oyuncu için “övgü” dağıtırken “Emre Karayel Pompeius’ta başarılı” deyip Emre Karayel’in oynadığı(?) Enobarbus için neden bir cümle söylemedi?

Aklıma gelen olasılıklar ve sorular şunlar:

Emre Karayel, Enobarbus rolünde anılmaya değer bir performans göstermediği için o roldeki performansından bahsetmeye değmezdi. İyi de Yaşam Kaya “Emre Karayel karakter değişimlerinde beden gücünü kullanmalı” derken ne demek istedi? Beden gücü isteyen rol hangisi?

Emre Karayel “Enobarbus ve Pompeius” olunca “Scarus” oyundan çıkarıldı. Oyun gene “bir eksikle” oynandı.

Oyunda “Scarus” vardı ama adı anılmaya değmez bir oyuncu tarafından oynandı.

Oyun Atölyesi internet sayfasını yenilemedi.

Enobarbus sahnede yoktu ama Yaşam Kaya “Enobarbus nerede?” diye soranlara inat “eli değmişken” tarihe bir not düşmek istedi ve “imza”sını attı.

“Tekindor ve Bilginer tarihin bu en büyük aşkına itinayla özen duymuşlar” ve  “Kleopatra’nın sarayını gösteren, Evrim Alasya, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya, Tuğçe Karaoğlan güzellikleriyle oyunu hareketlendiren isimler” diyebilen birini ciddiye aldığımı sanmayın.

Ben de tarihe not düşüyorum.

Melih Anık

1 Kasım 2012 Perşembe

Kemâl Başar’ın Romeo ve Jüliet İsyanı


Yönetmen Kemâl Başar beni de “eleştirmenden” sayarak basın mensupları ve eleştirmenlere gönderdiği mesajı bana da göndermiş. Doğrusunu isterseniz pek çoğu ile dünya görüşlerimiz tutmasa da isimleri bende saklı o ünlü  isimler arasında adımın geçmiş olması Kemal Başar’ın verdiği değeri göstermesi açısından bana onur verdi. Kemâl Başar’a teşekkür ederim.  Diğer kişilerin ne yapacakları beni ilgilendirmiyor. Ben, gerektiğinde polemikten de kaçmadığım için, benimle paylaşılmış bir husus hakkında görüşümün istendiğini anlıyor ve Kemâl Başar’ı inciten bir konu ile ilgili düşüncelerimi  paylaşma sorumluluğu hissediyorum.

Sorun, bir yönetmenin ödenekli tiyatroda yönettiği, eleştirmenlerden olumlu görüşler almış,hemen her temsili dolu salonlara oynanan yani üç yıldır seyircinin eksilmeyen ilgi ve beğenisi  devam eden, çok ödüllü bir  oyunun( baş rol) oyuncusunun kurumdan ayrılması nedeniyle yönetmenin fikri alınmadan, çözüm arama gayreti gösterilmeden oyunun keyfi olarak gösterimden kaldırılmasıdır.