27 Mayıs 2013 Pazartesi

Tiyatro(cu)nun Taksim Eylemi(25 Mayıs 2013) Ve Genco Erkal’in ‘Twit’i

Aslında yazıp yazmamakta tereddüt içineydim kararımın netleşmesine  İlkay Akdağlı neden oldu.

" SEYİRCİ NEREDE?" diye sormak yerine "BİZ NİYE GETİREMEDİK?" demek daha doğru olmaz mı?” diye twit yazdım, İlkay Dağlı “Olur.  başka?” diye yazdı bana. Yazdığım ‘twit’in onu rahatsız etmiş  olduğunu hissettim.

Bu âlemi takip edenler, benim Genco Erkal’in yazdığı ‘twit’e  (“Bu kadar mıyız? Bu kadar mıydık? Bu kadar mı olmalıydık? Peki bunca yıldır hizmet verdiğimiz seyircilerimiz nerede? Hiç mi umurlarında değil”) gönderme yaptığımı anladılar tabii ki.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Tiyatro Ödülleri, Jüri Üyeliği vs vs vs..

Bugünlerde içimden tiyatro yazmak gelmiyor. Umarım geçicidir. Ama ruh hâlimde bir değişim yaşadığımı söylemem yanlış olmaz. Nedenini araştırıyorum. Nedeni son bir ayda açıklanan, “verilen, alınan” tiyatro ödülleri olabilir mi? Ödül törenleri ve arkasından yazılan “twit”ler, “tebrikler, teşekkürler” içinde “boğulur” gibi oldum sanki. Şu ana kadar altı ödül açıklandı. Daha açıklanmayanlar da var. Yaşanan bu baharın bir de son baharı olacak. Duyduğum “ödül” hazırlıkları da var. Türk Tiyatrosu bu kadar ödülü kaldırır mı?

Belediyeler, şirketler, birlikler, dernekler, akademiler, kurslar, kültür merkezleri, dergiler, seyirciler, portaller  “ödül veriyor”. Jüri üyeliği için ağzımı arayanlardan biliyorum sırada daha başka ödül hazırlıkları da var. Tahmin edersiniz ki bu kadar çok ödül olursa o kadar çok da jüri üyesi olur. O kadar çok da “seçici” var.  O kadar çok “başkan” var, “aday” var. Allahtan bazısı birkaç jüride oluyor da üye sayısı daha da artmıyor.  Ama böyle giderse insanlar kart vizitlerine “jüri üyesi” diye yazdıracak. “Jüri üyeliği”, “iş oldu”.  

“Seçme” “subjektif” bir iş. Farklı jürilerin farklı seçmeler yapmasına ne denebilir ki! Ortaya çıkan “ortak akıl”. Değerlendirdikleri oyunlar aynı olsa bile listeyi farklı insanlar değerlendirdiğinde farklı tartışmaların olması ve sonucun farklı çıkması doğal. Açıklanmadığı için hangi oyunların değerlendirmeye alındığını bilmiyoruz ama oyun  listelerinin farklı olduğunu tahmin etmek zor değil. Garip olan aynı jüri üyelerinin  farklı ödüllerde  farklı değerlendirmelere imza atması.  Başkasının listesini oylayanlar da bizde çıktı. Değerlendirmeye alınan oyun listeleri neden açıklanmaz belli değil.("Ekin Yazın Dostları" hariç) Hangi oyunlar kaç jüri üyesi tarafından seyredildi,belli değil. Oyun ya da tiyatrocu, kaç oyla aday listesine girdi o da belli değil. Ödülü tesis eden kurum yöneticilerinin, jüri başkanlarının  jüri üyeleri üzerinde yönlendirici etkisinden kuşku duyuyorum.  Açıklanan ödüllerin kendinden daha önce açıklanan ödüllerin etkisi altında kaldığından kuşku duyuyorum. Bazı ödüllerde bedava bilet verilmedi diye değerlendirme dışı kalan oyunların olduğunu biliyorum. Kendisine verilen yeri beğenmeyen “jüri üyesi hikâyeleri” dinledim.   “Jüri üyesi oldum” diye tiyatro kapısında “okşanmak”tan hoşlananları , “bedavacıları” tanıyorum.  Ödüllere aday olanlara bakınca "aday olmayanların nesi eksik" diyeceğim pek çok oyun ve tiyatrocu var. Bazı oyunların ve tiyatrocuların “ürkünç” denerek ya da fısıltı ve dedikodularla  “kötülendiğini” biliyorum. "Kişisel hınç"ların cirit attığı ortamlardan sıkılıyorum. Yâni jüri üyesi olsun olmasın bazıları “atmosfer oluşturuyor”.  Ahbâbın, arkadaşın korunması, “diyet ödenmesi” ödüllerde hiç de olağanüstü değil. Kimisindeki iyi niyeti anlıyorum ama  kısaca hiçbir ödül benim için nesnel değil. Bu nesnelliği mutlak doğru olarak almayın. Ben “kendi içindeki nesnellikten”, “tutarlıktan” bahsediyorum. Zaten ödüller neyin ne olduğunu gösteriyor. Bunları benim dışımda yazdı birkaç kişi (Nedim Saban, Ege Küçükkiper). Tekrar ederken bile içim daralıyor.

Ödül almak güzel bir şey. Ama bence kimin verdiği önemli.(Değil mi?)  Hadi “tuzum var” diye her ödüle koşuşturan başkanlara, üyelere alıştık da her ödüle koşuşturan tiyatroculara alışamıyorum. Tiyatrocu sahnede, söyleşide, “twit”te   gösterdiği “dik duruş”u ödül kabul ederken de göstermesin mi? Oyunu hakkında yazılan övücü eleştirileri paylaşarak “duruşu”nu gösteren(?) tiyatrocunun  ödül ÖVGÜSÜNÜ kabul etmesi aynı kaynaktan besleniyor herhalde. “Tiyatrocu, “alkışla beslenir” derler ya bu kadar ödüle ve koşuşturmaya bakınca “ödül ile beslenir” demek daha doğru geliyor bana.  Ama tiyatrocunun kendisini yılda BİR GÜN “besleyen(?) ödül” tiyatroyu “beslemiyor”, seyirci üzerinde etkisi yok, sektörü canlandırmıyor, oyuncunun kariyerini yönlendirmiyor.

Şunu da sormadan edemiyorum(kendime). Bu kadar “ödüllü” bir tiyatro bu kadar zorda kalır mı? Ödüllerin sayısı  arttıkça tiyatronun daha da köşeye sıkış(tırıl)ması normal mi?  Bu haliyle ödüller tiyatroyu kurtarmaya yetmiyor. Zira değerli olan ödül, toplumda İZ bırakır. Ödülün değeri ise jürinin değerinden kaynaklanır.  Ödül mesleğin omurgasıdır(olmalıdır) Zira orada tiyatro efsanelerinin ruhu yaşar ki ona dokunmak yürek ister.   

Bugünlerde içimden tiyatro yazmak gelmiyor. Umarım geçicidir. Ama ruh hâlimde bir değişim yaşadığımı söylemem yanlış olmaz. Hissediyorum ki  kafamın içinde kelimeler farklı  cümleler üretiyor; hissediyorum ki FARKLI yazacağım.


Melih Anık

17 Mayıs 2013 Cuma

Küçük “Şey”ler ve "Öğrenemeyen" Toplum


İş hayatında tekrar edilen “sihirli” bir tanım vardır: “Öğrenen orgazinasyon”. Şirketler hatalarından ders alır ve kendilerini düzeltir.  Yapılan iş süreci bir döngü ise “öğrenen organizasyon” hatalarını düzelterek bir üst seviyede işine devam eder. Gelişme ancak bu şekilde mümkün olur. Her zaman hata olacaktır ama organizasyon hatalarını saptayacak düzeni kurarsa ki bu kendi kendisiyle yüzleşme anlamına gelir o hataların bir daha tekrar edilmemesi için yeni kuralları koyarak yoluna devam eder.

Bu sistem toplumlara da uygulanmalıdır.

Beni böyle düşündüren olay tesadüfen karşıma çıktı. İnternette gezinirken bir video seyrettim.  Görüntüde bir kafe ve arka planda da park eden arabalar görünüyor. Sanki bir alışveriş merkezinin zemin katındaki açık otopark ile aynı seviyede olan  bir kafenin güvenlik kamerasından kayıt yapılmış.. Kafede birkaç masa dolu. Aniden otoparktan bir jeep hızla gelip kafeye giriyor. Birilerine çarparak duruyor. Kaza sonucunda 30 yaşlarında bir genç kadın jeepin altında kalarak ölüyor. Anlaşılan ve anlatılana göre otoparktan çıkmak üzere olan jeep’teki sürücü fren yerine gaza basıyor ve kazâ meydana geliyor. Kazâya neden olan sürücü 150 bin lira kefaletle tutuksuz yargılanıyor. Haberin geri kalan kısmında hikâyenin yürek yakan görüntüleri var. O görüntüler, ölen genç kadının 1-2 yaşlarındaki çocuğunun doğum gününden alınmış, karı koca geleceğin onlara ne getireceğini bilmeden hayata umutla gülümsüyorlar. Kazâ pek çok hayatı karartıyor.

Muhtemelen buna benzer kaza daha önce de başka bir yerlerde yaşanmıştır. Ders alınmamış ki tekrar etti. Toplum hatalarından ders almadı, ÖĞRENMEDİ. Zira  kafeyi otoparktan ayıran tel çit, çelik darbe önleyicileri konulmamış. Hoş konulsa,  görüntüsü sağlam gibi olup bir ufak darbede yerle bir olan çelik(!) darbe önleyiciler de bu ülkenin ürünü. Belki de otopark ile aynı seviyede kafe yapılmamalı.  Bizde yaşanan yaşanır geriye “hiç” kalır. Kafa aynı kafa.

Ülkemde yaşanan bu tür olaylara çok üzülüyorum. Her gün yeni bir gündemle uyanan ülkemde toplum hatalarından ders almıyor,  “öğrenmiyor”. Oysa ki “ufak şeyler”dir değişimi sağlayan. Biz galiba çok büyük(?) şeylerle uğraşmaktan ufak şeylere aldırmıyoruz ve kötü ediyoruz.

Melih Anık  

16 Mayıs 2013 Perşembe

Üstün Akmen’in Zorlama Açıklaması ve LİONS Tiyatro Ödülleri (2)


Biri bana “twitter”dan şöyle yazmış:
Sumru Yavrucuk'a olan anlaşılmaz meyliniz Üstün Akmen'in yazısını hiç anlamamanıza daha doğrusu anlamazlıktan gelmenize sebep olmuş.Özellikle görmezden gelinen iyi oyunculara da şans verilmek istenmiş. Sumru tek iyi oyuncu değil anlayacağınız. Bir tiyatrocu olarak bunu sizin daha iyi bilmeniz gerekirdi.”


11 Mayıs 2013 Cumartesi

Üstün Akmen’in Zorlama Açıklaması ve LİONS Tiyatro Ödülleri (1)


TEB’in mesaj adresinden gönderilen “Son günlerde bir sosyal ağ sitesinde ve bir gazetede tiyatro ödüllerinde ‘üç kurumun jüri başkanlığını yaptığı’ gerekçesiyle eleştirilen Birliğimiz başkanı Üstün Akmen'in yazılı açıklaması aşağıdaki linkte bilgilerinize sunulmuştur” mesajı ile  TEB Başkanı’nın Tiyatro Dünyası portalinde yayımlanan  “zorunlu açıklaması” duyurulmuş.

Her şeyden önce şu soruları sormamız gerekiyor:

TEB’nin portali varken açıklama neden Tiyatro Dünyası portalinde yayımlandı? Bu TEB Başkanı’nın kişisel konusudur denildiği için mi? TEB’in Başkanı’nın yaptıklarının hangisi kişisel hangisi kurumsal nasıl ayıracağız?

Eğer bu Üstün Akmen’i ilgilendiren “kişisel” bir konu ise TEB neden kendi mesaj adresinden duyurdu? Eğer bu kişisel bir konuysa mesajda niçin “Birliğimiz başkanı” ifadesi kullanıldı?

Bunlara “ayrıntı” derseniz, tiyatro camiasının neden “kurumsallaşamamasından” da yakınmamanız gerekiyor.

Mesajda kapalı geçen “sosyal ağ” twitter, “gazete” Birgün. Üstün Akmen’e yönlendirilen eleştiriler de  sadece “üç kurumun jüri başkanlığını yapması” ile sınırlı değil. Bu “üstü kapalı ifade”ler Üstün Akmen’in “zorunlu kaldığı açıklaması”nın içeriği kadar imalı ve kapalı. Hedef ortada, kim üstüne alırsa onun üstünde kalacak. Üstün Akmen’in jüri üyeliği kapsamında konuşanlardan biri olarak ben memnuniyetle bazı şeyleri üzerime almaya hazırım. “Bir olgunun aslını astarını bilmeden, araştırmadan soruşturmadan saldırıya geçmeyi ‘cahillikten kaynaklanan terbiyesizlik’ olarak değerlendiren Üstün Akmen’in kendisini ilgilendiren “olgu”ları bilip bilmediğini ortaya çıkarmak da görev oldu.

TEB adresinden gelen  mesajda Başkan’ın ‘üç kurumun jüri başkanlığını yaptığı  gerekçesiyle eleştirilen Birliğimiz başkanı Üstün Akmen'in yazılı açıklaması” deniyor ama “zorunlu açıklama” bu konuya kendince değiniyor. Üstün Akmen bize LİONS Ödül jürisindeki görevini anlatıyor,  “zorunlu kaldığı açıklama”sında diyor ki: “Lions üyeleri tarafından belirlenen aday listesini incelediğimizde Sadri Alışık jürisinde değerlendiremediğimiz ya da diğer ödül kurumu Afife’nin 33 kişilik seçici kurulu tarafından da görülmeyen/görülemeyen kimi oyuncu adaylarına haklarını bir nebze dahi olsa vermek olanağını yakaladığımız için Lions’un davetini sevinerek kabul ettik, nihai seçici kurulu böylece oluşturduk

Lafın özü şu: “Ödül(boncuk) vermek istediğimiz çok aday vardı, Lions listesi bizim gönlümüzdekilerle uyuştu biz de orada görev aldık. Zaten bu işi yapmak için yeterliyiz. Biz en az 60 oyun seyrettik.” Bu ifadeye aklıma gelen ilk tepki şu: “Sen süt annesi misin?”  Öyle ya sütün var diye sütü kesilen her annenin çocuğuna süt vermek zorunda mısın? Sütün düşündüğün kadar çok mu? Sütün her çocuğa yarar mı?

Bir zamanlar patronum olan Şarık Tara derdi ki “Ekipmanları çalıştırmak için ikinci, üçüncü vardiya yapın. Böylelikle onlardan daha çok yararlanırsınız.” Ekipmanların yıpranma süreleri kısalır ama amortisman süreleri aynı kalacağı için o sürede ekipman daha çok üretmiş olur. Eski  “Mali ve İdari İşler Müdürü”  olan Üstün Akmen ne dediğimi herkesten çok anlamıştır. Zaten bir yazıdan iki yazı çıkarma marifeti de vardır. Ama şunu o çok iyi biliyor ki tiyatro camiasında bu “işlemez” o da elinde “tuzluk” ya da “süt” her jüriyi tatlandırmak için koşar da kimse “bişeycikler” demez. Zaten tüm yaşananlar da bundan ileri gelir. Oyuncu ödül sever, ödülü vereni daha çok sever.

Bu noktada tuhaf bir şey de var. SAKM jürisinde aday belirlenen ama ödül alamayanlar ne olacak? Bir an için Üstün Akmen gibi düşünelim. Mantıklı olan,  ödülü veremediğin diğer adaylara ödül vermektir değil mi? Oysa LİONS önüne  farklı bir liste koyuyor. Üstün Akmen herkese boncuk dağıtmaya çalışıyor, “o adaylar da gönlümüzdeydi, SAKM ‘de değerlendirememiştik ama LİONS almış. Şimdi orada değerlendireceğiz.”  Bu düşünce biçimi sizi dördüncü jüriye götürür. Sonra beşinciye, altıncıya… Zira hep dışarıda bırakılmış birileri kalır. Oyunun kuralı,  seyrettikleriniz içinden ilk üçü seçmektir. Oysa “Üstün Akmen ve jüri ekibi” adayları üçten dörde, beşe,altıya çıkarıyor ve onların içinden  ikiyi seçiyor. Ayrıca ilk üçü siz belirlemişsiniz diğerini başkası. Nerede kaldı “seçmenin etiği”? Demokrasimizin gereği seçim sistemi de böyle ama kontrol edebildiğimiz alanlarda doğrusunu neden yapmıyoruz?

İki ödül arasındaki diğer farkları ve olası sonuçları ise gelecek yazımda anlatacağım.

Ben mühendislik okudum. Kafam değişik çalışıyor. Bana LİONS’dan böyle bir öneri gelse ne yapardım diye düşündüm.

Bir kere benim değerlendirmem seyrettiğim oyunların içinden seçtiğim adaylarla sınırlı olurdu.  Aday liste tüm listenin "mütemmim cüzü"dür(ayrılmaz parçasıdır). Kontrol etmediğim listenin sorumluluğuna atlamazdım. Belirlemediğim tüm listenin içinden seçilen adaylar beni tatmin etmezdi. İlk seçimimi açıklamışsam(içinde yer aldığım jürinin açıklanan listesi ‘benim’dir) Üstün Akmen gibi mazeret üretmezdim. Aslında ikinci bir jüride yer almazdım. Başkasının seçtiği adaylara oy vermezdim.

Hadi diyelim ki kıramadım, Lions’a dayanamadım “jüri başkanı” olmak hoşuma gitti (benim için geçerli değil ) Lions’a sorardım :  Yönergeniz ne? Nasıl seçim yaptınız? Oyun listesini nasıl belirlediniz? Aday listesi mi hazırladınız? O listeyi verir misiniz? Oylamaya katılanlar o listeden mi  seçti yoksa herkes kendi seyrettiğine, seçtiğine mi oy verdi? Kaç kişilik bir oylama yapıldı? Oylama sonucu çıkan ilk uzun liste sonucunda tüm sıralama nasıl çıktı? Son 3 aday nasıl belirlendi?  İnternet üzerinden mi oylama yapıldı?  Oylamanın güvenirliği nasıl sağlandı? Biraz daha ileri gider araştırırdım:  Lions geçen senelerde nasıl seçim yapmış? O seçimlerin sonucu ne kadar âdil ve yankısı ne olmuş?

Listeyi gördükten sonra  “en az 60 oyun seyretmiş” ekibimle değerlendirme yapar, ortaya çıkan durumu tartışır, fikir birliğine varmışsak seyretmediğimiz oyun var mı ona bakardım. Yâni önemli olan TÜM listeden yapılmış seçimdir. Çünkü bence “haysiyet”, önünüze konandan seçim yapmak değildir.

Bu soruları sadece kendimin değil jüri başkanı olarak ekibimin “haysiyeti” için de sorardım. Zira jüri başkanı aynı zamanda ekibin sorumluluğunu taşır, onlara kötü bir şey gelmesin diye uğraşır. Aslına “benim” değil “bizim” yıpranmamız üzerinde dururdum. 

Ben, “gerekçesiz iş yapmadım” diyen Üstün Akmen’den, herkesten “şeffaflık bekleyen” TEB Başkanı’ndan,  süreci,  Lions listesini anlatmasını, açıklamasını bekliyorum.Şimdi Üstün Akmen'in  Lions Ödül Jürisi Başkanı olması tüm soruları sorduğu ve de araştırma yaptığı anlamına gelir ve Akmen  o süreci açıklamak zorundadır.  Şu ana kadar sorduğum sorulara cevap vermeyen Üstün Akmen’in önüne  twitter’dan yazdığım ama cevapsız bıraktığı sorular, gelecek yazımda toplu halde çıkacak.  

Beni, ödül kurumunu ve ödül alacak sanatçıları yıpratacaklar da ne kazanacaklar” diyerek cepheyi genişletmeye çalışan Üstün Akmen bilmelidir ki benim mücadelem öncelikle tiyatronun haysiyeti içindir.

 Melih Anık  

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Kubilay Tunçer ile Twitter'da Konuşma- Otağ Keyfi Sendromu


Kubilya Tunçer ile twitter’da yazıştık.
Tunçer  “ödenekli tiyatrolar 12 ay tiyatro yapsın” düşüncesini  “kamusal bir görev.tabii ki 12 ay olmalı. hastane gibi,postane gibi” ifadeleri ile savundu.

Ben bu hedefin sorgulanması   ve pek çok hususta durumun incelenmesi gerektiğini söyledim.Yazdığım twitler şunlar:

 İşçi hakları,dünya örnekleri,sahne ve kadro sayısı ilişkisi, seyirci ilgisi vb açılardan konuyu düşünmüşsünüzdür. Paylaşır mısınız?

Yani önerinizin mutlaka bir işletme planı ve fizibilite etüdü vardır. Tabii ki hukuksal gerekçeler ve sınırlamalar da önemli.

Tiyatro dünyasının sezon açılma ve kapanma ritüellerini de unutmazsanız sevinirim.

Oyuncunun kendini yeniden şarj etmesi ve geliştirmesi de önemli bir faktör.Düşüncelerinizi yazılı olarak paylaşmanız yararlı olur.

Görev tek taraflı bir yükümlülük değil. Görevi verenin yükümlülükleri ne olacak?

Tiyatrocunun grev hakkı olacak mı? Oyun seçebilecek mi? Görüşüne uygun olmayan oyunu reddedebilecek mi?

Yoksa ödenekli tiyatro askerlik gibi mi olacak?

Bence bu kadar kesin konuşmadan düşüncelerinizi etraflıca yazsanız iyi olmaz mı?

Tiyatrocu doktor, hemşire, posta memuru değil.

Tiyatronun açık kalması ile tiyatrocunun çalışması ilintili ama farklı konular:

Güzel bir konu. Kamu tiyatroları özelleştirilirken seyirciye sorulsun mu? İzleyici hakkı kapsamında?

Öyle mi anladınız? Hayır ama farklı.  Tiyatro da hastane ya da  PTT değil .

Aynı soruyu ayrıntılı düşünmek gerek. önerinizi yerine getirmek için başka konularda  ne yapmak gerekecek?

12 ay tiyatro yapılsın ama NASIL? Sizin bunu ayrıntılı anlatmanızı istiyorum ben.

Yapılacaksa ne pahasına? Seyirci var mı? Masraflar nasıl karşılanacak? Gelir gider nasıl olmalı?

7 ayın düzenlenmesinden memnun musunuz? 

Ortaya attığım hususlar incelenmeden karar verilemez

Sanıyorum tiyatro somut konuşulmuyor.Dedikodu, kişisel yorum vb şeylerle karar veriliyor.Oysa tiyatro bir endüstri

İşte soru bu? NASIL kapanmasın? Oyuncu bu işin bir ögesi. Ekonomisini, sosyal etkileri düşünmek gerek.

Benim özellikle tiyatro dünyasında tanık olduğum(maalesef iş hayatı da bundan farklı değildi) husus ifade edilen düşüncelerin niyet olarak kaldığı ama sağlam dayanaklarının olmadığı yolunda. “Ödenekli tiyatrolar 12 ay tiyatro yapmalı” önerisinin sosyo-ekonomik incelemesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan politik olarak inanılan şeyler var. “Ödenekli tiyatrolarda çalışanlar yatıyor” inancının sağlam rakamlarla anlatılmış bir raporunu görmedim. Bu inanç seviyesinde tekrar edilen bir siyasal bir söylem. Mevcudun düzeltilmesi için tiyatro dünyasının birlikte oluşturduğu bir çözüm önerisi de yok. Mevcudun düzeltilmesi mi yoksa yıkılıp yeniden yapılması mı gerekiyor incelenmemiş. Herkes konuşuyor ama elde bir şey yok. Herkes bir şeye inanmış ama inanılan şeyin raporu yok.

Galiba iş hayatında tekrar ettiğimiz bir ifadeyi tekrar etmem gerekiyor:  “Otağ keyfi sendromu” Keyifli bir yemek üzerine son derece konforlu bir otağ içinde divan şiltelerine oturulmuş kahveler içilirken memleketi kurtarma konuşmaları yapılıyor. Herkes aklına geleni “üfürüyor”. Üzerinde daha önceden düşünülmemiş konularda çözüm önerileri oracıkta öneriliyor. O gecenin sabahında hiçbir şey düzelmemiş olarak herkes yeni bir geceye kadar aynı kalacak. Düşünceler  çadırın içindeki havaya karışacak sonra da uçup gidecek.

Herkes “üfürürken” biraz düşünsün. Düşüncelerini de yazsın. Ortaya atılan şeyin, önceden düşünülmüş olduğunu anlayalım.   Bu kadar zor mu?

Melih Anık

Kubilay Tunçer’in ‘Twit’i


Kubilay Tunçer  bir twit yazmış: “Devlet ve şehir tiyatrosu sezonu kapattı. 5 ay tatil.ohh.yağma hasanın böreği.”

Eminim ki herkes onu tanıyor. Ama ben wikipedia’dan onu aradım:
Kubilay Tunçer, Türk akademisyen, sahne sihirbazı, oyun yazarı, senarist, tiyatro, dizi ve sinema oyuncusu.
Fen-Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü lisansını ve bilim felsefesi yüksek lisansını (tez aşamasında bırakıldı) ODTÜ'de yapan Tunçer, İstanbul Bilgi Üniversitesi MBA programında öğretim görevlisidir. Abdullah Oğuz'un Mutluluk ve Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmlerinde oynadı. Olağan Mucizeler adlı oyun, Tunçer'e 2003'te Afife Jale En İyi Yazar Ödülü getirdi. Uluslararası Sihirbazlar Derneği (International Magicians Society) tarafından, David Copperfield, Chris Angel, Jeff McBride gibi sihirbazların aldığı Merlin Ödülü'nü alan ilk Türk sanatçı oldu. (2009)

Çok parlak bir özgeçmiş.  Hafta sonları Hürriyet’te yazdığı tiyatro eleştirilerini okuduğumda kısa bir yazı içinde nasıl zekice özü kavradığını ve anlattığını düşünürüm sık sık. Donanımlı ve ödüllü bir sanatçı. İmzasını görmesem  yukarıdaki ‘twit’in ona ait olduğuna kesinlikle inanmam. Zira bu ‘twit’in ima ettiği hatta açık açık söylediği şey bugün tiyatro düşmanlarının ağzına yakışır ancak. Çünkü onlar da tiyatrocu olmanın ne demek olduğunu ancak bu ‘twit’in ifade ettiği kadar anlıyorlar. Onların vizyonu o kadar.

Bu anlayışın ilk temsilcisi Haluk Bilginer. “Oyunculuk da bir iştir” diyen tiyatrocu. Hani “kutsallaştırmayın”ın mucidi(!).

Beden işi yapanlar ile zihinsel iş yapanların  yorgunluklarını  geçirmek için gereken sürenin arasında nasıl bir fark olduğunu bilmemek gerek bunu söylerken. Oyunculuğun insanın kendi bedenini, zihnini nasıl tükettiğini bilmemek gerek. Yaratıcılık ile ilgili çalışanların harcadığı enerjinin ne olduğunu ve yerine nasıl konduğunu bilmemek gerek. Zihnin uykuda bile oyuncuyu nasıl esir aldığını bilmemek gerek. İki saatlik bir oyun sonunda oyuncunun hangi ruh durumunda olduğunu bilmemek gerek. Oyuncunun o ışıklar dünyasından sokağın gerçek dünyasına nasıl döndüğünü bilmemek gerek. Ya da bilmezden gelmek gerek.  Sanıyorum Haluk Bilginer için de Kubilay Tuncer için de geçerli bunlar.  Onlar hep sahnede değil ama zihinleri sahnede, filmde.  Onlar sahneye çıkmadan 2 porsiyon döner üstüne bir porsiyon şöbiyet  yemiyorlar. Oyun arasında “Aman canım ne olacak, çek bir şalgam suyu” demiyorlardır. Ben seyirci olarak onlara giderken kendime her bakımdan dikkat ediyorum, hazırlanıyorum,  onlar dikkat etmez olur mu? Ben bir oyun seyretmeden bir hafta önceden okumaya başlıyorum, onlar bana gösterdikleri role uyuyarak mı hazırlanıyor?

Peki ya tiyatrocunun tatil dönemleri?  Gerçekten ona tatil denir mi? “5 ay tatil yağma hasan’ın böreği” midir? Olsa ne olur? 7 ay çalışmış bir sanatçıya yeniden doğmak için 5 ay uzun bir süre midir? Kaldı ki her tiyatrocu sahneye çıksın çıkmasın arar, araştırır. Şimdilerde sezon sonu, gelecek sezon oyunları ve rol dağılımı belli oluyor. Yani  o 5 ay sırt üstü yatma dönemi değildir. Tiyatrocu araştırır, okur, düşünür. Her gördüğüne bundan ne çıkarırım diye bakar. Devreden bir oyun varsa üstüne yeniden okur, araştırır. Devlet ve şehir tiyatrolarında olsa bile. Zira tiyatroculuk bir yaşama biçimidir. Kubilay Tunçer de sanırım senede 365 gün yapacağı sihirbazlıklarla meşguldür. Kayıp Şehir’in "teknik direktörü"nü Hasan’ın böreğini yerken  yaratmamıştır.  Otopsi memuru için hazırlandığı dönemleri “boş geçen” zaman olarak görmüyordur.  Bedenen olmasa bile zihnen meşguldür.  Ve en yorucu olan çaba ve en zor yerine konan enerji zihnen yapılandır. Bu “iş olsun“ diye yapılmaz. Bir oyuncu ile  börekçi Hasan Efendi arasındaki fark da buradadır. Ama tiyatrocu  ile börekçi arasında en önemli fark başkadır, börekçi meslektaşına saygı gösterir tiyatrocu göstermez.

Kubilay Tunçer mutlaka ironi olsun diye yazmıştır o ‘twit’i. İnşallah öyledir.

Melih Anık



Türkiye’den Kral Lear Geçti


Shakespeare Globe Türkiye’ye geldi Kral Lear’i oynadı, gitti. Oyun, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’nün Adana Tiyatro Festivali’nde önerdiği üç oyundan biriydi.

Grup Adana’dan önce İstanbul’da sahne aldı. Ben  -davet eden olmadığı için- biletli seyrettim. Aya İrini’de biletler 10(on) TL idi. Sabancı sponsorluğunda olduğu için biletler bu kadar ucuzdu. (Bu vesile ile biletler satışa çıkar çıkmaz beni haberdar eden arkadaşım Esin Turşucu’ya teşekkür ederim.) Oysa daha önce gelen Kevin Spacey’li  III.Richard’ın bilet fiyatları “uçuk”tu,  400TL’sına kadar..

Kral Lear’i “işi bilen”ler beğenmedi. Belki de biletler bu kadar “ucuz” olduğu için kim bilir. Beğenmeyenlerin çoğu davetli olanlardı, hani ilk üç sırada "protokol"de oturanlar. İçlerinde “her jürinin üyeleri”, her ödülün sahipleri vardı. Oyun tiyatro ödülleri  listesinde olmadığı için “eleştirmen”in bilet almadan oyunu seyrediyor oluşunu makûl karşıladım. Dikkat ettim bu ilk üç sıradakiler birbirlerini çok seviyor(!) Birbirlerine öyle sarılıyorlar ki sanırsın yıllardır birbirlerini görmemiş de o akşam rastlaşmışlar gibi. Sonradan ortaya çıktı ki “tüm jürilerin başkanı ve üyesi”nin  değerlendirme kriteri başkaymış. Samimiyet bir yere kadarmış.

Oyunu yarıda bırakıp çıkanlar, oyunun arkasından atıp tutanlar da bu ilk üç sıradan çıktı. Ama o ilk üç sıradan ayağa kalkıp ellerini havada tutup alkışlayanlar da vardı. Yanlışlıkla oraya sızmışlardı herhalde. İlk üç sıra kolay beğenmemeli, yakışmaz. Zira onlar daha önce çok Globe, çok Shakespeare seyretmişlerdir.  Arka sıralarda da beğenmeyenler vardı ama sesleri duyulmadı. Önümde sekizinci sırada ayağa kalkıp “bravo, brava”(farkı biliyor!) diye bağıranlar vardı. Ne seyircimiz var ama! Ben de ayağa kalktım, fotoğraf çekmek için.

Bir oyunun yarısında çıkıp giden, kalanlara “aptal mısınız, bu oyun seyredilir mi?” demiş olabilir mi? Bilmem ben kaldım, seyrettim.  Karnım ağrımıyorsa ben her oyunu sonuna kadar seyrettim bugüne kadar. Karnımın ağrıdığını da hatırlamıyorum. Ne Shakespeare'ler seyrettim sonuna kadar, "bizimkilerden".. Ama gördüm ki oyun yarıda bırakılırmış. "Bilenler" yapıyor.

Türkiye’ye gelen Globe Theatre’ın “turne” tiyatrosu idi. Bunun ne demek olduğunu Kral Lear ile Fırtına’nın yönetmenlerinin  ve Lear ile Prospero’yu oynayan oyuncuların öz geçmişlerine bakarak anlayabilirsiniz. Kral Lear’de görev yapanların tiyatro dışı işleri daha çoktu, fark bundan kaynaklanıyor, o kadar. Onlar da diğer Globe çalışanları kadar “oyuncu” ve “yönetmen”.  Bizim tiyatrolarımızla karşılaştırırsak en az bizimkiler kadar “yönetmen” bizimkiler kadar “oyuncu”.

Peki Kral Lear ne kadar Shakespeare?

Ben son beş  yılda Türkiye’de seyrettiğim Shakespeare’ları aklımdan geçirdim. Kral Lear’in onlarla karşılaştırılmayacak kadar Shakespeare olduğunu söyleyebilirim, BEN bile. Kral Lear’i beğenmeyen bu “bilen”ler, ya Türkiye’de Shakespeare seyretmiyorlar ya da güçleri İngilizlere yetiyor.  Bir iki yıl önce “birisi”nin dediklerini tercüme edip  oyuncuya söylediler oyuncu da çok üzüldü(!), tiyatroyu bırakmayı düşünüyormuş, ağır geldi tabii..(!) Şimdi o “birisi” gitmeden kokusunu almış “felâket”in ve Kral Lear’i seyretmemiş. Ona sormalı bundan böyle. Zaten bir oyuna “ürkünç” diyebilme “yaratıcılığında”(!) ve utanmazlığında bir o var. Kahramanlığı “gücünün yettiğine”, “aklının kestiğine”.   Enobarbus’suz Antonius ile Kleopatra bile bizimkilerin kılını kıpırdatmadı. Haluk Bilginer’in karşısına dikilmek kolay mı! Bizim gençliğimizde “tatlı su devrimcisi” diye bir tâbir vardı, Kral Lear kapsamında ben onu hatırladım.

Shakespeare Globe bir “misyon” tiyatrosu. İngiltere’nin ihraç ürünü. Hem geleneği koruyor hem de Shakespeare’i  ihraç ediyor dünyaya ve de turizm geliri sağlıyor. Bu arada Shakespeare’e sahip olma sorumluluk ve onurunu yaşıyor, yaşatıyor.  Bizimkilerin "burun kıvırmaları" onun bu özelliğini yok etmeye yetmez. Keşke bizim “bilenlerimiz” o beğenmedikleri Kral Lear’de gördükleri onlara “basit” gelen özellikleri son beş yılda ülkemizde Shakespeare yöneten ve oynayanlara anlatabilse(ydi.)  Globe benzeri bir tiyatro kurulmasına gelmedim daha..

Ben Kral Lear’i beğendim. Seyretmiş olduğuma çok memnunum.

Melih Anık

7 Mayıs 2013 Salı

Nedim Saban “Rol Çalıyor”


Birkaç haftadır olanları paylaşmak için bu yazıyı yazdım. Eminim gözünüzden kaçmıştır.. Öyle öyle.. Bilseniz itiraz edersiniz, bilirim.

Bahtiyar Engin jürilerin bedava oyun seyretmeleri üzerine birkaç “twit” yazdı ve “ödül jürileri bundan sonra bilet alarak oyun seyretsin” dedi.
Nedim Saban ertesi hafta yazısında  “jürilerin oyunları bilet alarak seyretmesini” önerdi.

Bahtiyar Engin’in “twit”ine karşılık ben yaklaşık bir yıl önce yazdığım bir yazının linkini “twit”ledim. O yazıda ben oy vereceklerin oylarının yanına biletlerini de eklemelerini; ödül değerlendirmelerinin başvuru esasına göre yapılmasının doğru olacağını yazmıştım.
Nedim Saban ertesi haftadaki yazısında “ödüller için başvuru yapılmasını” önerdi.

Ne var bunda? Herkes aynı şeyi düşünemez mi?” diyenler olacaktır. “Nedim Saban da düşünmüş ve doğruyu bulmuş ve de yazmış.”  “Hem Nedim Saban Birgün gibi bir gazetedeki köşesinden fikirleri topluma mal ediyor. Fikir önemli, kime ait olduğunun ne önemi var” diyenler de çıkabilir. Ben de ilk iki hafta durdum bu yüzden.

Bugün Nedim Saban “twit”lerinde gazetedeki yazısından bahsetmiş. Ben Birgün okuyucusu değilim.  Birgün’ün bugün yazdığı “twit” de gazeteyi almak için beni ikna etmez. Zaten orada çıkan tiyatro yazıları ertesi gün her yerde dolaşıyor.  Markete gittiğimde Birgün’ün  “Sahne’den” sayfasına baktım ve Nedim Saban’ın yazısını taradım.  Bugünün yazısı  “Bir kişi aynı anda üç ayrı jüride olmamalı” önerisini içeriyor. Ne tesadüf ki bu konu da benim geçen hafta attığım “twit”lerin ana konusu. Son bir hafta içinde Sumru Yavrucuk Olayı’nı deşmeye çalışıyorum. Perdenin arkasını aralamaya çalışıyorum. Nedim Saban bu “konuya “girmemiş, kenarından dolaşmış. Ben henüz açıklamadım.  “Twit” yazıp açıklasam belki onu da kaynağına aldırmadan  kendininmiş gibi  “yazar”. “Yazsın ne olacak” diyenleriniz var mutlaka.

“Twit”lerimizde ortaya attığımız fikirler nedeniyle Bahtiyar Engin, Üstün Akmen tarafından nerdeyse azarlanmışken, ben  Üstün Akmen tarafından “saldırgan, düşman ve hırslı olmakla” ile suçlanmışken hiç  böyle bir mücadeleye girmeden, “kötü kişi” olmadan o fikirlere sahip çıkmak nasıl bir davranıştır? “RT edenlere” gerçeği açıklamamak, “tebrikleri kabul etmek”, fikirlerin asıl sahibinden bahsetmemek nasıl bir dünya görüşünü yansıtır? Nedim Saban başka fikirleri alıp kendininmiş gibi ortaya atıyor ve başkaları “Nedim Saban’ın fikrine destek olmalı” deyince “o fikir benim değil şunundur“ demiyor, “RT ediyor”. Buna artık eminim. (Allah için konuyla ilgili benim yazdığım birkaç twiti de “RT etti”. Nedim Saban çoooookkkk hoşgörülü..) Zira  bugünkü gazete yazısında Üstün Akmen ile arasını bozmayacak bir üslup ile yaptıklarını ona “yakıştırmıyor” ve “Lions adayları konusunda yazacağını söylediği yazıyı heyecanla beklediğini” yazıyor. Ama Üstün Akmen benimle “twitleşmesinin” sonunu “en kısa zamanda köşemde yazacağım” diye bana yazdığı  twitle bitirmişti. Nedim Saban o “söz verilen” yazıdan bahsederek aslında benim twit ve yazılarımdan “ilham”landığını göstermiş oldu. Nedim Saban bir daha sormayacaktır ya,  “Üstün Abi, hani Lions ödüllerini anlatan yazı yazacaktın?” diye sorarsa  Üstün Akmen “Ne yazısı?” diyebilir . Zira Üstün Akmen fotoğraflanmış N’olmuş? Mahzuru mu var?” twitlerinin sahibi, der der.. Yazıyı “unuttuğunu” sanıyorum zaten.

Tiyatrocular Nedim Saban’ın yaptığına “rol çalmak” diyor. “Rol çalan” Nedim Saban, Ali Poyrazoğlu’nun son oyunu Kaplumbağa için övücü “twit”ler yazmakla meşgul şu sıralar. Poyrazoğlu’nun oyunu “şahane” bile olsa Nedim Saban övüyor diye  ben düşünürüm, başkasının “twit”inden aldı da yazıyor diye. Emre Koyuncuoğlu’nu “yenecek lokma” gören Nedim Saban,  tiyatromuzun “çınar”larından Ali Poyrazoğlu’na aynı tavrı gösteremeyeceğini de biliyordur herhalde. Ben gösteremeyeceğini biliyorum da…

Melih Anık

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Üstün Akmen, Hırs, Düşmanlık ve Polemik


Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri ile Lions Tiyatro Ödülleri’nin Jüri Başkanı olan Üstün Akmen   Sumru Yavrucuk Olayı ile ilgili yazdığım twitlere karşılık olarak şu twiti yazmış:
@melihanik Melih Bey, bu hırsınız, bu düşmanca tutumunuzun nedenini anlayamıyorum. İstediğiniz polemik mi? Ne ile ve ne için uğraşıyorsunuz?

Her şeyden önce Sumru Yavrucuk Olayı’nı açıklayayım. Bu sezonun tartışmasız tek ismi olan Sumru Yavrucuk  Lions Jürisi tarafından aday bile gösterilmemiş. Oysa Lions Jürisini oluşturan beş isim Sadri Alışık Tiyatro Jürisinde de üye ve Sadri Alışık Jürisi Sumru Yavrucuk’u “En İyi Kadın Oyuncu” olarak seçti. Her iki jürinin başkanı aynı, Üstün Akmen. Ortada tuhaf bir durum olduğu açık. Söylentilere göre Sumru Yavrucuk’un değerlendirme dışı bırakılmasında başka nedenler varmış.  Ben gerçek nedeni Üstün Akmen’e sordum. O da bana yukarıdaki “twit”i yazdı.

Bu yazıda ben ona eski bir olayı hatırlatacağım.

İBBŞT tarafından sahnelenen Mefisto oyunu ile ilgili yazımı 30 Aralık 2009 tarihinde yayımladım. Üstün Akmen oyun eleştirisini 1 Nisan 2010 tarihinde yayımladı.
Üstün Akmen’in eleştirisini okuduktan sonra kendisine şu mesajı gönderdim: (4 Nisan 2010)

Sayın Üstün Akmen,
1 Nisan 2010 tarihinde Tiyatro Dünyası’nda yayımlanan Mefisto eleştirinizi okudum.
Bir yazı hazırladım. Ancak , yazıyı blogumda yayımlamadan önce “dinlendirirken”  bu satırlarla düşüncelerimi sizinle paylaşmanın daha doğru olacağını düşündüm.
Bunun en önemli nedeni  sizin , öncelikle “100 Yazıda Düşüncelerimi Paylaştım – “Eleştiren” , “Eleştirmen”” başlıklı yazımda  “Bazıları mesleğin temel taşlarını dizmiş ve mesleği saygınlaştırmış” cümlesindeki anlam çerçevesinde  algılananların en başında gelmeniz  ve  TEB’in Başkanı olmanızdır.
Yazınızdaki , kendi blogumda 30 Aralık 2009 tarihinde yayımladığım  “MEFİSTO - İstanbul B.Belediyesi Şehir Tiyatroları” başlıklı yazımdaki bazı düşüncelere cevap gibi algılanmaya açık ifadeleriniz yanında yazımdaki bazı cümlelerin “bire bir” tersi ile kurulmuş   “ Geçmişe uyarlanan tarih kuramını geleceğe yönelterek çözüm üretmeye çalışırken: “Tarih tekerrürden ibarettir, dolayısıyla tarih yenilenebilir" deyip tuzağa düşmüyor, aksine: “Tarih değil, tekerrür eden hatalardır” görüşünü benimsiyor. Çözümü bulmuş gibi yapmak yerine, var olan çözümü gözler önüne seriyor”  şeklindeki ifadeleriniz beni çok şaşırttı.
Elbetteki  TEB Başkanı’nın yazıyı okumasından ve de nasıl olursa olsun cevap vermesinden  heyecan duyulur ama ben yukarıdaki  cümlelerinizden kaygı duyduğumu  ;  ayrıca neden böyle bir tercih kullanmış  olduğunuzu anlamakta zorlandığımı belirtmek isterim.
Farklı düşüncelerin farklı yöntem ve tekniklerle  ifade edilmesini teşvik etmek ; güvenilir bir değerlendirme kaynağının oluşturulmasını ve geliştirilmesini sağlamak, etkinleştirmek için bu konuda çalışmalar yapan kişi ve kuruluşlara destek vererek tiyatro dünyasının zenginleştirilebileceği gerçeği ile ilgili hususlarda  bana katılacağınızı sanıyorum.
Düşünce ve gördüğünü özgürce ifade etmekten başka bir amaç taşımayan yazılarıma gelen görüşler ve yorumlardan (içinde TEB üyeleri de var) ortaya çıktığına göre  yazılarıma olan ilginin temelinde, başlık ve yazarın isminden içeriği hemen anlaşılan “klişe” ve tanıtım amaçlı eleştirilerden bıkılmış olmasının da büyük bir rolü vardır.
Yazılarımı alışılmışın dışında bulanların , yazılarımın yayımını engellenme girişimlerinden ve de hakarete varan yorumlardan  haberdar mısınız  bilmiyorum . Diğer yazılarım için olduğu gibi Mefisto için de  beni  (düşüncelerimi değil ) “alaya alanlar” mutlaka vardır. 
Yukarıdaki gerçeklerin ışığında ,TEB Başkanı olarak yazınızın içine “gömülü” cevap vermenizin ötesinde, başka anlamlar yüklenebilecek bir söylem seçmenizden üzüntü duydum ve  sizin “imalı” yazınızın  muhtemel algılanışına dikkatinizi çekmek için  bu yazıyı yazdım.
Zira bu algılanışta Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği'nin ayrılmaz bir parçası olan TEB’in Başkanı’nın –amacı ve niyeti olmasa da- tiyatro ile ilgili farklı  düşüncelere tahammülsüzlüğün tarafı  ve hatta yazı beğenmeyenlerin  “sözcüsü” durumuna düşmesi  ve de düşüncelerini özgürce açıklamaktan başka niyet ve amacı olmayanın  “karşısında” olmasının üzüntü verici resmi vardır.  Bir başkasının “sesini kısmaya”, “ağzının payını vermeye” prim verir gibi algılanabilecek sözlerin, TEB Başkanı’nın kaleminden çıkmış görünmesi başkalarına cesaret verecek ve örnek olacaktır.    
Mefisto eleştirinizin yarattığı görüntünün bu haliyle kalmasına gönlüm razı değildir.
Saygılarımla.”

TEB Başkanı, eleştiri dünyasında “yeni” benim gibi birine karşı tavır alıyor, bunu açıkça göstermek yerine benim cümlelerimin “tersi”ni kullanarak aklınca gizli gizli haddimi bildiriyordu. Takdir ederseniz ki bu “had bildirme”yi sıradan bir okurun anlaması mümkün değildi ama her iki yazıyı da okuyan oyunun yönetmeni ve oyuncuları durumu fark edeceklerdi. Yani TEB Başkanı,  bana haddimi bildirerek  yönetmen ve oyuncuların tarafında yer aldığını gösteriyor, onların avukatlığına savunuyordu ve belki de alkışlarını alıyordu. Ben o zaman ilk defa eleştirmenler ile tiyatrocular arasında nasıl bir ilişki olduğunu idrak ettim. Ama bana tuhaf gelen bu “yer altı ilişkisi”ni öncelikle TEB Başkanı’na yakıştıramadım. Düşüncelerimi haklı çıkaran ifade, Üstün Akmen’in bana yazdığı cevabın içindeydi. Akmen  “bu düşüncelerin Melih Anık'ın oyun ile yorumunun tersi olduğu dipnotunu düşmeyi düşünmüş olmam, ancak her ne halse yazı yayına girerken unuttuğum, atladığım için...Hakkımda düşündüklerinizi hak etmediğime inandığım için üzüldüm, ama gene de sizi üzdüğüm için özür/ler diliyorum” diyordu. Yani üstün Akmen yaptığını “her ne halse unutmak, atlamak” ile açıklıyordu.

Ben kendisine “Benimle paylaştığınız cevabınızın  bu durumu ortadan kaldırmayacağını belirtmekten üzgünüm” diyerek aslında yapılan hataların yapıldığı yerde düzeltilmesi gerektiğini hatırlattım.  Üstün Akmen hiçbir düzeltme yapmak gereği duymadı. Ben ise o gün hazırladığım yazımı yayımlamadım.  Düşmanlık etmek, polemik yapmak istesem çoktan yayımlardım. Bugün(4 Mayıs 2013) yayımladım. (http://melihanik.blogspot.com/2013/05/iki-renkli-yaz-mefisto-melih-ank30.html)

Hırsıma gelince, Üstün Akmen’in şimdi sıkı sıkı sarıldığı koltukların çok daha büyüklerini ben çoktan geçtim. Tiyatro camiasında olmak istediğim bir pozisyon ve beklentim yok. Yazı yazmak bana keyif veren bir uğraş. Keyfimin  tadını çıkarmak istiyorum.  Keyfimi kaçıran olursa cevabını alır.

Benim anlayışıma göre “düşmanlık”,  “arkadan ve sinsice” yapılır. Üstün Akmen  Mefisto yazısında bunu yapmıştır, şimdi de "dokundurmalarla" yapmaya devam etmektedir. Adil olması gereken jüri kararlarını ise okurun takdirine bırakıyorum. Zira adil olmayan karara neden olmak aslında hak edene düşmanlık yapmak anlamına gelir. 

Zaman içinde Üstün Akmen’i övdüğüm gibi yerdiğim yazılar da yazdım. “İntihal” yapan, “AKM’yi işgal edeceğim” deyip vazgeçen bir eleştirmenin TEB Başkanı olarak kalamayacağını defalarca söyledim. Hem de AÇIK AÇIK … Onun yaptığı gibi sinsice değil. Aslında ona “dostça” söylüyorum anlamıyor. Şimdi de jüriden jüriye koşarak saçma sapan kararlara imza atıyor. Sumru Yavrucuk Olayı ise Üstün Akmen’in gerçek yüzünü ortaya koyacak.

Ancak Üstün Akmen beni “saldırgan, düşmanca işler yapan polemikçi ve hırslı biri “gibi  göstererek  kendini savunmaya çalışıyor. Bu bile onun ne kadar çaresiz  kaldığını gösteriyor.  

Daha fazla zarar vermeden ve görmeden TEB Başkanlığı’ndan ve tüm jürilerden istifa etmesi gerekir.

Melih Anık