26 Temmuz 2012 Perşembe

"Halkın Tiyatrosu" Neden Kapatılıyor?


Kime ait olduğu önemli değil,  tüm benzer bildirilerde aynı ifade yer alır:
“….. öncelikle bir halk tiyatrosudur. Halkın içinden doğmuştur ve halkın bir parçasıdır. Kendini yenilerken, değiştirirken aynı zamanda o şehrin insanlarını da yenileyip değiştiren bir tiyatrodur. Kültürüyle beslendiği topraklardan gelenekseli alıp, sanatın özgür, evrensel yanıyla birleştiren bir tiyatrodur.”
İfade çok “kuvvetli”, “sağlam” bir tezi var ama uygulaması nasıl?

Birileri ki onlar da “halkın seçtikleridir”, bir gün gelir “halkın tiyatrosunu” kapatıverir;  “halk”a danışmadan kendi bildikleri şekilde “halkın tiyatrosu”na yön verir.
“Halkın tiyatrosu”nun yaratıcıları doğal olarak “halkın tiyatrosu”nu korumak için sesleri tükeninceye kadar, varlıkları yok olana kadar karşı çıkar.

Düşünürüm o sıralarda  “halk” nerede?
“Halk”, sahip çıksa, “halkın seçtikleri” “halk”ın sahip olduğu bir şeyi keyfince yok edebilir mi?
“Halk”, kendi  “parça”sının koparılmasına izin verir mi?
“Halk”, bahçesinin tarumar edilmesine göz yumar mı?
“Halk değiştirilmişse” sonuç bu mu olmalı?
Halkın o kararlılığını görse “halkın seçtikleri” böyle bir şeye cesaret edebilir mi?

Yanlış nerede?
“Halkın içinden doğma” mı yanlış?
“Halkın parçası” olmak mı yanlış?
“Halkın değiştirildiği” mi yanlış?

Melih Anık 

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Ertuğrul Özkök’den Derin(?) Analiz


“Levent Kırca’ya hiç yakışmadı” başlıklı bir yazı yazmış. Levent Kırca ile Hülya Avşar’ı “aynı mahallelere seslenen bir sanatçı” olarak tanıtmış. Meğerse ikisi de aynı insanların kalbini kazanmışmış. (Beni saymamış!)
Hemen arkasında başka bir damara basmış, “Sen Ortadoğu’yu, Balkanları, orayı burayı fetheden Yeşilçam’ı mı boykot ediyorsun” diye soruyor Levent Kırca’ya..
“Ora bura” neresi? “Ora bura” içine Yeşilçam’ın ödül aldığı Avrupa’nın diğer şehirleri giriyor olmasın, Cannes meselâ..  Nuri Bilge Ceylan ile de aynı mahalleye mi koyacağız “Avşar Kızı”nı!
“Hülya Avşar da yüzüyle oynayan,  bakışlarıyla fetheden bir aktris. Türkiyenin Claudio Cardinale’sidir, Sophia Loren’idir.”
Claudio’ya Sophi’ya ayıp!
Ama esas vurucu(?) noktası şu: “O Kürt meselesinde de  aidiyetini açıkça ifade etmiş bir sanatçı.”
Zaten bu cümle için o girizgâh yapılmış, belli.
Hülya Avşar ne demiş bir aralar?
“Hülya Avşar kendisini melez olarak görüyor. Bu durumu da şöyle anlatıyor: ‘Anne tarafımda Giritlilik var, Yörüklük var. Baba tarafım çok asırlar önce Kayseri Pınarbaşı’ndan göçen bir Türkmen aşireti...’
 Babasının ailesi göç ettikleri yerde Kürtlerle karışmış sonunda da iyice Kürtleşmişler. Avşar, ‘Yani böyle karman çorman bir aileyiz biz? Daha doğrusu tam bir Anadolu’yuz. Ve bu da benim çok hoşuma gidiyor’ diyor...”

Levent Kırca'ya "yakıştırmamış" ya, bence Ertuğrul Özkök'e YAKIŞMIŞ!

Tiyatro mu Önce Gelir Su mu?


Ercan Güven’in yazısının (http://spor.milliyet.com.tr/ceza-yetmez/spor/sporyazardetay/25.07.2012/1571561/default.htm) bir bölümünü aktarıyorum:

“Çakıllı köyü... Batman’dan çık, Beşiriyi geç, amortisörlerine güvenirsen 25 kilometre git. İşte Çakıllı. Doğu Anadolu’nun tam ortası. Yaz ortalaması 40-45 derece.
Terledinse al duşunu!..
Tabi su bulursan.
İçmeye su yok. 
İki yıl önce 70 metrelik bir kuyu kazmışlar. İki ay önce çökmüş.
Kaymakamlığa gitmişler. “Ödenek yok, malzeme yok, işçi yok” yanıtı.
Köyde bir saz tıkırtısı... Sanki, “Kavrulduk ey halkım unutma bizi” güftesi.
Bir futbolcu bonservisine bin kuyu açılır, ama kavruluyor Çakıllı.
Dayan muhtar Arif Demirtaş. 
Önümüz kış.
Transferler muhteşem.”

Bu örnek de tek değil, onlarcasını sıralayabilirsiniz, eğer “unutmamışsanız”..
Şimdi diyelim bu köyün bir tiyatrosu var.
Tiyatro mu önce gelir, su mu?
Tiyatronun yaşaması için başka  şeyler mi yapmak gerekir?
Tiyatro ile “susuz”luğu giderecek bir yol bulunabilir mi?
Köyün “susuz”luğuna çare olabilen/bulabilen tiyatro kendi “susuz”luğunun da çaresi olmuş olabilir mi?
Yoksa “Bunların tiyatrosu yoktur. Tiyatroları olsa ‘susuz’ kalmazlardı mı diyorsunuz?”
NE  DİYORSUNUZ !/?
Melih Anık

24 Temmuz 2012 Salı

Muhtar ve Tiyatromuz..


Sabahattin Eyuboğlu’nun Mavi ve Kara isimli kitabından aşağıdaki bölümü aynen aldım:

“Anadolu köylerinde bir muhtar oyunu oynanır. Satirin bu kadar özüne varan oyun az bulunur. Bir muhtar ölür; ahlar,  vahlar, yanık ağıtlar, köyümüzün direği yıkıldı, bittik diye bağrışmalar… Ondan iyi adam yoktu, kimse yerini tutamaz, filan falan; ama bu arada mallar da bölüşülür, yeni muhtar seçilir, Allah’ın emrine boyun eğilir. Derken bir yabancı çıkagelir; muhtarın neden öldüğünü, birkaç gün ölü gibi yattığını sonra bilmem ne yapılınca canlandığını söyler. Hadi mezardan çıkarın tekrar yaşatayım muhtarı der. Demez mi? İşler de değişir. Bir düşüncedir alır herkesi. Ya bölüşülen mallar? Ya yeni muhtar? Hem sonra hani pek o kadar bulunmaz değildi ihtiyar muhtar. Az mı can yakmıştı. Gününü de gün etmişti. Hem sonra hocanın yaptıkları ne olacak? Tabut, kefen, namaz, dua, ağlamalar… Yabancıyı defetmek en iyisi.  Hadi ordan kâfir şeytan, karışma Allah’ın işine…

Yaman bir satir damarımız var kısacası. Muammer’in tiyatrosu bu damarı işletiyor ama ne kadar kolayına kaçarak, işini az ciddiye alarak, ne kadar yerinde sayarak.  İşletmesine kendinden başka değerleri katabilse mesela. Melih Cevdet Anday, Haldun Taner gibi aynı madeni yeni bir anlayışla işleten, üstelik kendisine değer de veren sahi sanatçılara elini uzatsa, adını dünyaya duyurabilir. Ama o zaman tiyatrosu kendine paradan başka şeyler de getirebilir.” (“Tiyatro Üstüne” sayfa 257- Yazının tarihi 1955)

"Muammer", Muammer Karaca..

Bu düşüncelere yorumu herkes kendisi yapsın,  Ben yazının tarihine dikkat edin derim.

Melih Anık

Mavi ve Kara- Sabahattin Eyuboğlu- Çağdaş Yayınları

15 Temmuz 2012 Pazar

Bir Tablo Üzerine Tiyatral Bir Deneme




Yukardaki resim Bastiani Lazzaro’ya ait . İsmi “The Death of St.Gerome. “Funerali di San Giralamo” diye de biliniyor. Resmin alt tarafında görülen  isim “Morte di San Geralamo”. (Hani merak edip de arayan olursa diye)

Resmi aşağıdaki adresten aldım:

Konservatuvarlarda nasıl işleniyor bilmiyorum ama ben olsam bu resmi oyuncu adaylarına verir ve bir hafta sonra resimden seçecekleri bir karakterin ağzından tek kişilik bir oyun/tirat yazmalarını ve oynamalarını isterdim.

Bunu yapmak için oyuncu adayı ne yapardı?

Öncelikle resmin ressamını, ressamın yaşamını, tablonun çiziliş tarihini, anlatılan olayı, resim içindeki karakterlerin kimler olduğunu araştırırdı. Daha da ciddi ise resmin resim sanatındaki yerini, üslubunu bulurdu. Hayâlini zorlayarak ölüyü diriltebilir, resmin içinde görünen çarmıhtaki Hz İsa’nın iki yanında duranları daha da iddialı ise Hz.İsa’yı konuştururdu. Çok eminim ki derinleştikçe merakı artar, merakı arttıkça derinleşmek isterdi.

Ama şu kesin ki tek bir karakter bile seçse o karakterin duruşunu belirleyenlerin çevresindekiler olduğunu bilir bu nedenle sadece kendi seçtiği karakteri çalışmaz diğer karakterlere de birer hikâye uydururdu ki kendi seçtiği karakterin ağzından çıkanlar anlamlı bir bütünlük içinde olabilsin. Yani resimdeki tek bir karakteri konuşturmak, o karaktere bakarak değil tablonun bütününe bakarak ve “resmin” tamamını görerek ve anlamdırarak anlam kazanırdı ancak.

Bu resmin dönemine uygun yorumlanması da şart değil. Zira bu tür “duruş”lar dünya kurulduğundan beri var. Otorite, bağımlılık, özgürlük, dinsel baskı, gelenek, görenek vb özellikler tablonun içinde yakalanabilir ve o bakış açısıyla tablo evrensel bir düşüncenin algısına göre ve algısıyla yorumlandırılabilirdi. Ama her halde resmin gerçeğini bilmeden yapılacak bir uyarlamanın  “sığ” kalmaya mahkûm olduğu bilinirdi.

Resmin “içine girdikçe” oyuncu adayı aslında kendi sınırlarını, eksikliklerini de görürdü. “Yaptım oldu”nun sadece kendini kandıracağının farkına varırdı. Olayı kavramadan tek satır/replik  yazamayacağını, yazarsa bile yazdıklarının birkaç cümleden öte gidemeyeceğini anlardı. Yani mutlaka bir ön araştırma yapması gerektiğinin bilincine varırdı.

Öte yandan bu resme dışarıdan bakarak yerde yatan ölü ve çevresine toplanmış din adamlarının duruşlarından yansıyan görüntünün “saçma” olduğunu düşünerek baştan bir ön yargı ile işi önemsememek de olanaklı. Bu noktada kendi düşüncelerimizin tartışmasızlığı üzerine yoğunlaşarak “anlamak” yerine yargılamak, anlatmayı amaçlamak yerine değersizleştirmek; kendi inanç ve fikirlerimiz doğrultusunda kestirmeci bir yaklaşımı benimsemek de mümkün.

Oyunun şeklini oluştururken ise tüm bu algı, görüş ve düşüncelerin, resimdeki renklerin, giysilerin, gölge ve ışığın bizde yarattığı izlenim ve aktarmak istediğimiz düşünce ve de seyircilerin algısına bağlı olduğu tabiidir.

Ama bence daha da değerli olan aynı konunun bir başka ressam tarafından da işlenebileceğini düşünerek araştırmak  olurdu.

Aşağıdaki resim Vittore Carpaccio’ya ait ve http://it.wahooart.com/a55a04/w.nsf/Opra/BRUE-6E3TK9 adresinden alınmıştır ve aynı konuyu işlemektedir.


Bu resmin varlığı baştaki algılarımızı ve kabullerimizi değiştirebilir, iki resim arasındaki farklar ve ortak karakterler  yazacağımız oyunla ilgili farklı ufuklara yelken açmamızı sağlardı.

“Adam olacak çocuk” ise muhtemelen seçtiği karakteri  tablodan çıkarır; çıkardığı ve onun ağzından yazmış olduğunu söylediği  sahneleri de çıkarması gerektiğini düşündüğü  için yazdığı tirada gerek olmadığını söyleyerek başkalarınca oluşturulmuş diğer karakterlerle yeni bir oyunu “kesip yapıştırarak”  tek kişiden aldığı “tek yönetmen” olma paye ve cakasını sürdürmek isterdi. Muhtemelen ona arka çıkan felsefi-akademik yazar(FAY) özentileri  ile başkalarını suçlamak için zihninde tek bir modelden başkasını yeşertememiş(!) yazarlar(TEKMODYA) ve de ona hayran tiyatro sahipleri(HAY-TİYSAH) çıkardı.

Melih Anık