Yurt dışında oyun seyredenler çok iyi bilir ki her tiyatroda
vestiyer vardır. Seyirci salona rahat bir kıyafetle girer, hışırdayan poşetini,
ıslak şemsiyesini salona sokmaz.
Vestiyerde çalışanlar, bizde artık kalmayan yer göstericiler gibi “eski insan”lardır.
Tiyatroyu, sanatı bilirler.
Vestiyer, genellikle ücretsizdir. Sizi bakışlarıyla tehdit eden
yoktur. O nedenle “tip” vermezseniz paltonuza bir şey olacağından korkmanıza da
gerek yoktur. İsterseniz bir şeyler verirsiniz, alan da onu nezaketle alır.
Vestiyerin konumu ve yerleşimi hem verirken hem de alırken
izdihama neden olmaz.
Kısaca söylemem gerekirse, vestiyer aslında bir “kültür’ ve
kültürün göstergesidir.
Yağmurlu bir havada Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin vestiyeri
ıslak şemsiyemi kabul etmemiş, nereye koymam konusunda beni, kendi halimle baş
başa bırakmıştı. Ben de edepsizlik yaparak sahne amirinin şaşkın bakışları
arasında şemsiyemi onun odasındaki
çiçekliğin içine bırakmıştım. Oyun arasında yaşlı bir dostumun, şemsiyesini vestiyere
bırakabilmiş olduğunu öğrenmiştim. Yaşlı dostum “sempatisini” kullanmıştı.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda “otomata bağlanmış sistem”
bir anlayışın da yok olduğunu göstermektedir. Aslında “otomat büfe”, “otomatiğe bağlanan bir sistem”in de
habercisi.
Özel tiyatroların pek azında vestiyer vardır.
Vestiyerin yok oluşu aslında bir şeylerin “yok olduğunu”
gösterir. “Vestiyer”, vestiyer; “büfe”
büfe değildir sadece. Vestiyer, yer
gösterici, büfe ile birlikte “yaratıcılık” da bir başka şekilde “yok” olmaktadır. “Yok olmak” ağır geldiyse “yeni yaratıcılıklar(?) ortaya çıkmaktadır” diyeyim de kimse alınmasın.
Vestiyerle yaratıcılığın ilgisi olur mu demeyin, düşünün.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder