Yeşim Özsoy Gülan “bir sürü şeyi yazasım var ama tabii
eleştirmen değilim yazamıyorum. valla olsam o kadar çok materyel var ki hiç
konuşulmayan.” twitini yazdı, konuyu açtı. Ben konuya girdim o da yeni “twit”lerle
beni yanıtladı.
Yeşim Özsoy Gülan’ın bundan daha öteye konuyu sürdürmek
isteyeceğini düşünmüyorum. Zira “küsenler,
darılanlar falan. elimizde değil” diyor. Oysa saptaması ile çok önemli bir
konuya parmak basıyor.
“Eleştirmen”den, eleştiri meselesinden şikayetçi, anladım. Açıkça
söylemiyor ama eleştirmenlerin “sığ”lığından şikâyet ettiğini anlıyorum. Diyor
ki “dünya nerede siz neredesiniz?” “Eğer dünyada yapılanları bilmezseniz yapılanları(yaptıklarımızı)
nasıl değerlendirebilirsiniz ki! (algılayıp, konumlandırmak)!” Eleştirmen
dediğin önce teoriyi bilecek, teoriden sahneye geçecek ve de gördüğünü “doğru
dürüst”(bilgiyle) eleştirecek. İşte o zaman tiyatro gelişecek. Bunu yapabilmek
için de eleştirmenin kendini geliştirmesi gerekiyor. Eleştiri yazan biri
olarak(eleştirmen olmasam da) söylediklerini iyice anlamak gerekir diye
düşünüyorum zira çok önemli şeyler söylüyor.
Her şeyden önce eleştirmene değer ama çok “pay” verdiğini
düşünüyorum. Ama bu arada da tiyatrocuya da hak ettiğinden daha da fazla değer
veriyor gibi geldi bana. Eleştirilecek “şey” yoksa eleştiri yoktur. Yani önce sahne
var sonra eleştiri. Bu düşüncenin doğal sonuçları şunlardır:
1.Sahnede yok
eleştiride yok
Bu durumda önce sahnedekinin kendisine bakması gerekecek. Yani
sahnedekinin “kendini bilmesi” gerekir. Hakkında
yazılana da boyun eğecektir zaten. “Ben ne yaptım ki ne istiyorum” hâli. O
zaman eleştiri yazanın yeterliliği de çok öne çıkmaz.
2. Sahnede var ama
eleştiride yok
Sahnede “ var olduğuna” kim karar verecek? Oyunu yapan mı?
Eleştiri yazan mı? Bu aşamada
sahnedekinin kendini anlatması gerekiyor. Bence sahnedekinin konuşması, yazması
gereken, bu durumdur. O zaman bir tartışma ortamı doğacak ve iki tarafın “kalibresi” ortaya çıkacak. “Ben yaptım sen anlamadın” hali. Ancak bu çoğu
zaman “sen kimsin?” hâline dönüştüğü için sağlıklı olmamaktadır. Bu durum için “enerjiye
ve yapma iradesi”ne ihtiyaç vardır. Teke tek görüşmeler, oyun sonu tartışmaları
nesnellik için tercihe bağlı seçeneklerdir. Şimdilik seyirci ve ödüller “tatmin edici” bir
kıstas oluşturmaktadır ki yeterli olmadığı da açıktır.
3. Sahnede yok
eleştiride olsun
Bu, bir tür “uyanıklık” halidir ve maalesef iliklerimize
kadar işlemiş bir durumdur. Olduğundan fazla olma hâli. Bunun zaman zaman “güdümlü” olduğuna
inanıyorum.
4. Sahnede yok ama “ortasına
gül dikme”
Bu, eleştiri mekanizmasının sel altında kalması(sulandırılması)
halidir. “Sayıyla oyun seyretme”, “amcamın
eleştirileri” bu hâlin türevleridir.
Dünya tiyatrosunda “akım ve yönelim”lerin bir ihtiyaçtan
doğduğuna ve “isimlerin” sonradan konulduğuna inanıyorum. “Akım ve yönelim”lerin
tüm dünyada aynı şekilde ortaya çıkacağını, algılanacağını söylemek de zordur. Ülkemizde
geçerli olan yöntem “taklit”tir. Bunun en belirgin son örneğini “in-yr-face”de
yaşamaktayız. Farklı, değişik olanın ilgi görmesi, “moda”laşmaya yol açmakta ve
her moda unsuru gibi dönemsel olup parlayıp, kaybolmaktadır. Bir dönemsel tepki
olarak ortaya çıkmış “in-yr-face”in bizde gerekçeleri var iken toplumsal
sorunlara değil şekle yönelik icrası; yöntemin üstünde yaşadığımız toprakların
sorunlarına bakacak yerde tuhaf bir şekilde evrilerek biçimsel olarak
tırmandırılması kaçırılmış bir fırsattır. Ülkemiz tiyatrosu bence “metafor
tiyatrosu”dur ve içinde bulunduğu “ahval ve şerait”te herkes “dolaylı anlatım”larla
tatmin olmaktadır. Bu, öte yandan, ne
dendiğini anlamayı ve anlatmayı güçleştirmekte; bazıları için gelecekte “demiştim”e
yönelik mevzilerin hazırlanması anlamına gelmektedir. Tüm unsurları ile ülkemiz
tiyatrosunun, arada bir parlayan zekâ pırıltılarına rağmen, “taytay” durmaya çalıştığını da göz
ardı etmemek lâzım. Tiyatro içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik
koşullardan soyutlanamaz. Ancak, dünya tiyatrosuna bakarsak, o tiyatronun dönüm
noktalarının sosyal hayatın, toplumsal direnişlerin, değişim arzularının
estetik anlatım biçim-biçemlerinin bulunması ile ortaya çıktığını görmek
gerekir. Ama daha da önemlisi akım ve yönelim yaratanlar, kendi toplumsal köklerini, yaptıkları işi iyi bilen, dünyayı doğru algılayabilen ve de ortaya koyma iradesi gösteren insanlar arasından
çıkmıştır.
Bugün kimsenin kimseye söyleyecek çok da fazla sözü yoktur/vardır.
(Fiil, “adamına göre” değişir.) Dünyanın
kazanı kaynamakta herkes kazanın dışında kalabilmenin hesaplarını yapmaktadır.
Ama şu da kesindir ki BİR ŞEY “var”sa, kaybolmaz. Son tahlilde “tiyatro elinden
geleni yapıyor mu?” sorusuna verilecek cevap, vicdanî bir mesele hâlindedir. Tiyatronun “akım ve yönelim”lerine ismi,
gelecek kuşaklar verecektir.
Melih Anık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder