Dün akşam bir oyun seyrettim. Salonda en yaşlı bendim.
Benden sonraki en yaşlı ile aramızda en az 20 yaş(belki daha çok) vardı.
Salondaki kahkahaların çoğuna katılamadım hatta bazılarında acı acı düşündüm. Muhtemelen
salonun umursamadığı -belki de gereksiz- pek çok ayrıntıyı defterime not ettim.
Oyun sonunda ayağa kalkıp alkışlayanlar oldu. Onlardan birinin oyunun
dramaturgu olduğunu sonradan öğrendim. Oyun sonunda yazar/yönetmen hararetle
tebrik edildi. Ben salondan çıkarken seyirciler tebrik etmek için oyuncuyu
fuayede bekliyordu.
Yolda aklım bir şeyle meşguldü. Sabah kalktım o şey gene
aklımda idi, yazmaya karar verdim. Bu yazı öyle doğdu.
Aklımı meşgul eden şey, oyunu nasıl eleştirmem gerektiği
idi. Dar olanaklarla sahnelediklerini gördüğüm oyunu, olanaklarına göre mi
eleştirmeliydim? Yazar/yönetmenin ilk tecrübesi, ona anlayış mı göstermeliydim?
Piyes metninin umutlu taraflarına mı ağırlık vermeliydim? Oyuncu çok iyiniyetli
ve gayretli, oyunun büyük bir bölümünde kendinin
en tepe noktalarına çıkıyor o noktalar üzerine mi kursaydım yazımı? Peki benim
aklımdaki/hayâlimdeki tiyatro nasıl yer almalıydı yazıda?
Bunları düşünürken
Eraslan Sağlam’ın kendisi ile yapılan bir röportajda söylediklerini hatırladım:
"Nefes almamın tek yolu doğru
bildiğimi yapmaktan geçiyordu" İçim rahatladı. Ben de doğru bildiğimi
yazıyorum. “Doğru bildiğini yaz” dedim kendime. Ama o sırada Eraslan Sağlam’ın “komşusu”
Küskün Müzikal için yazdığı yazı geldi aklıma. “Bu öyküden bir müzikal çıkarmak ancak Alkan’ın dehasıyla
açıklanabilirdi.” diyordu Sağlam. Hikâyeyi okuyan biri olarak “Deha bunun
neresinde?” diye düşündüm. Yazıyı fazla “komşuca”
hatta “yakın arkadaşça” buldum. Gene kendimle kaldım. Ne yazacaktım?
Bu hususla ilgili eğitimini gördüğüm alanda, okuduğum onlarca
kitabı, dünyanın büyük şirketlerinde gözlemlediğim tecrübelerimi hatırladım.
Türkiye’de çalıştığım şirketlerde, bulunduğum ortamlarda hep o okuduklarımı,
gördüklerimi uygulamaya çalıştım. Bir süre sonra hayâl kırıklıklarım çoğalmaya
başladı. Türkiye’nin habitatına ters bir durum vardı ortada. Farklı davrandığınızda
onunla çatışmaya başlıyordunuz. Türkiye'de yönetim, “mönetim” oluyordu.
Sürekli tiyatro yazıları yazmaya başladıktan sonra, eleştiri
üzerine daha çok okumaya başladım. Yazdıkça öğreniyor, öğrendikçe daha farklı
yazıyordum. Ama gene o “habitat” dikildi karşıma. Bu da “tiyatro habitatı” idi.
Alkışla beslenmeye alışmış; övgü ile tüyleri kabartılan; küçük küçük klanlar halinde
yaşayan, bir bütün olamayan; çabuk
küsen, alınan; “susmayacağını, direneceğini, savaşacağını” söyleyen ama hep kendisi
“geç”, dedikleri “lafta” kalan bir
topluluk. Bu habitat, bir eleştiri
düzeni yaratmıştı. Kitaplarda tanımlanan eleştirilere benzemeyen bir düzendi bu. “Rektiri”
dedim adına, reklâm olsun diye yazılan yazılar yâni. Ödülün de "mödül" olduğu bu habitatta eleştiri, “meleştiri” olmaya
itiliyordu.
Aslına bakarsanız bu ortamda durumu idare edip, "meleştiri" yazamayacağıma göre, “meleştiri”leri
tartışmak daha mı doğru olur acaba?
Bir şeye yarar mı, ne dersiniz?
Melih Anık
Merhaba,
YanıtlaSilEleştiri kavram ve kurumuna pek önem vermesem de, Melih Anık'ın yazılarını, "eleştiri" bağlamında değil, doğaçlama olarak yazılmış özgür yazılar bağlamında okuyorum. Kurucusu ve yöneticisi bulunduğum Bulunmaz Kültür Merkezi'nin küçücük salonunda yaptırdığım "Yazarlık Çalışmaları"nda Melih Anık'ın yazılarından da yararlanıyorum. Zaman zaman "küsme" ve/ya "susma" sınırına gelse de, yazı yazmaya ara vermeyip, büyük âşkla yoluna devam etmesi, bana yaşama sevinci veriyor. Yolu açık, ürünü bereketli olsun...
Hilmi Bulunmaz