14 Kasım 2013 Perşembe

Kurabiye Ev ve Aktör Kean’in Eleştirmenleri ile Mutlu Yönetmenler

Dün iki oyun eleştirisi okudum.  Her iki eleştiriye de dikkatimi çeken eleştirilenlerdi. Birini, eleştirilen Yanetki, twitter hesabından  RT  etmişti;  diğer twit ise “kendimi özel hissettim” notuyla oyunun yönetmeni (Tolga Yeter) tarafından yazara teşekkür edilerek  yazılmıştı. Oyunlar Kurabiye Ev ve Aktör Kean idi.

Tiyatromuzda bu tür ‘twit’lere çok rastlıyorum. Bence daha  tuhaf olan eleştirilerdi. Eleştirilerin biri Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı’na diğeri meydanda “en çok oyun seyreden olmalıyım” iddiası ile dolaşan, seyrettiği oyunları sayarak yazan birine(Yaşam Kaya) aitti. Ben “beğendiği eleştiriye bak, yaptığı tiyatroyu anla” anlayışına sahibim. Bu nedenle bu iki yazarın yazdığı eleştirilerden sonra –kendimce çok önemli bir neden  bulmadığım takdirde- o oyunu yazmamaya dikkat ediyorum. Zira yazan yazmış, beğenen de beğenmiş ve seyircisine “bak beni övmüş sen de gel” anlamına gelen anlayışa bakıp o tiyatronun beğeni düzeyinin bana göre olmadığını, beni de anlamayacaklarını düşünüyorum. Dün okuduğum eleştirilerden (demeye de dilim varmıyor ama okuyucu genellikle öyle sandığı için eleştiri diyorum) seçtiğim cümlelerle neden öyle düşündüğümü anlatmaya çalışacağım. Koyu yazılanlar eleştiri cümleleridir.

Umutlar bağladığımız gençlerimizden Serkan Üstüner (1981), Elif Baş’ın temiz bir Türkçeyle ve “Kurabiye Ev” başlığıyla dilimize kazandırdığı metni almış, enine boyuna incelemiş.
Bu cümleden anlıyorum ki çeviriyi beğenmek için Türkçesinin “temiz olması” yetiyor. Eleştiriyi yazanın metnin orijinalini okumuş  ve tercümesi ile karşılaştırmış olması hâlinde kurulacak cümle daha farklı olurdu, değil mi?

Sahnelerken, hem plastik, hem de jestüel açılardan metni dantelâ gibi işlemiş. Ah! Kosmos’un sesin elektronik halinin bedenler ve duvarlar arasındaki yansımasını sağlayan ve dolaylı olarak heyecan püskürten müziğinden de yararlanarak hareketlenme açısından yazarın yazımsal potansiyelliğini bir kenara itmiş; replikleri jestlere ilmiklememiş, adeta işlemiş.
Yazar diyor ki sahnelerin plastiği yani fotoğraf hâlleri ve de oyuncuların jestleri üzerinde durulmuş. Buna “metni dantelâ gibi işlemiş” denilebilir mi?
“Sesin elektronik hali” ne olabilir? “Dolaylı olarak heyecan püskürten müzik”ten ne anlaşılıyor? O müzik “sesin elektronik halinin bedenler ve duvarlar arasındaki yansımasını sağlıyor”muş. Ama yönetmen “müzikten yararlanarak hareketlenme açısından yazarın yazımsal potansiyelini bir kenara itmiş” İyi de “metin dantelâ gibi işlenmemiş” miydi? “Replikleri jestlere ilmiklememiş, işlemiş”. Yazar, “jestlere işlenmiş replikler”den bahsediyor. Yani önce jest var, replik jestten çıkmış. Replik “söz” anlamında kullanılıyor burada. Oysa “replik” söz olmayabilir; oyuncunun dışında bir şey olabilir. O durumda “işleme” söz konusu olmayabilir. Ama ifade ne cafcaflı değil mi!

 Üstüner, oyunu 15 tablo içinde çizmiş, dolayısıyla ister istemez kendisini “black-out” çıkmazının kucağına itmiş. Neyse ki, izleyicinin çok az süre karanlıkta kalacağı şekilde çabukluğu olabildiğince sağlamayı da bilmiş. Gel gelelim, zaman değişimlerinin yaşandığı onca tablo içinde, Stacey ve Brian’ın iki, Marco’nun üç kez kostümlerinde değişikliğe gitmiş. Oysa bırakınız ayakkabı-pantolonu, bir bluz bir kravat değişimiyle bile bu sorunu çözebilirmiş. Diğer taraftan, Stacey ve Brian’ın çocukları Curtis ile Maggie’in görüntülerini izdüşümü olarak verebilir, bu iki karakteri kamera karşısında çocuk oyunculara oynatabilir, repliklerini kendilerine seslendirtebilirmiş.  İstememiş.
“Metni dantelâ gibi işlediği” söylenen yönetmen “kendisini ‘black-out’ çıkmazının kucağına itmiş” Yazar kötü bir şey söylememe titizliği içinde hemen ikinci cümleyi kurmuş.  Ardından da titizliğini beğendiği yönetmene akıl da veriyor. “Ne o öyle tüm giysileri değiştirmek, bir bluz,kravat değiştir” de black-out’lar  kısa olsun demiş. “İzdüşüm”lü cümleden ne anlatılmak istendiği de ben anlayamadım. Her hâlde seyreden anlıyor. Ama bu uzun karmaşık ifadelerin arkasından gelen “istememiş!” yönetmenin bilincini(!) vurguluyor.

tanıdığım Ece Öz, bu kere “The Gingerbread House”un, Rattlestick Playwrights Theater’daki sahnelenişindeki sahne tasarımının aynısını Yan Etki’nin sahnesine indirmiş. Bana sorarsanız yapacağı fazlaca bir şey olmadığından pek iyi de etmiş.
Yazar diyor ki sahne tasarımı çalınmış yani “intihâl”. Yazarın kendisi de “intihâl” yaptığı için bunda bir beis görmüyor.

Us-han Çakır’ın yapay ışık tasarımı, seyahat acentesinde geçen tablolar dışında yanılsama yaratırken, 2. ve 4. tablolarda Ece Öz’ün kanepe-koltuk-sehpasını yok eder hale gelmiş. Diğer taraftan 8. tabloda gölgeler oyunculardan fazla gelişmiş.
Yanılmıyorsam ışık tasarımını beğenmiyor. “Metni dantelâ gibi işleyen” yönetmenin değil ışık tasarımını yapanın hatası!! Evet evet, öyle!!

“Kurabiye Ev” değerlendirmesinin eleştiri boyutunu bu kadarla sınırlı tutup geçtikten sonra, Serkan Üstüner’in yarattığı ve figür haline getirdiği karakterlerin izleyicinin düşüncesinde “alt-partisyon” denilen devinduyumsal (kinesthetic) bir şema oluşturduğuna mutlaka dikkat çekmeliyim.
Yazar “oyunculuklara geçerken değerlendirmenin eleştiri boyutunu bu kadarla sınırlı tutmuş” Demek istediği şu: “eleştiri” yergidir. “Şimdi övgü cümlelerime geçeyim” demek istiyor. Oysa başta yönetmeni yere göğe koyamamıştı. (dantel)

 Serkan Üstüner’in yarattığı ve figür haline getirdiği karakterlerin izleyicinin düşüncesinde “alt-partisyon” denilen devinduyumsal (kinesthetic) bir şema oluşturduğuna mutlaka dikkat çekmeliyim.
“figür haline getirdiği karakterler” ile neyin anlatılmak istendiğini anlamak çok zor. Yazının gelişinden “iyi bir şey” olduğunu anlıyoruz. Ama yazarın bir başka iddiası var “izleyicinin düşüncesinde ‘alt-partisyon’ denilen devin duyumsal(kinesthetic) bir şema oluşturulmuş”. Bu cümle bana yeni öğrendiği kelimeyi cümle  içinde kullanması istenen bir ilk okul öğrencisini hatırlattı. Yazar da cümle içinde kullanmış,aferin “yıldızlı pekiyi”! “İzleyicinin düşüncesi” dediği de kendisi sadece. Zira kendinden başkasının bu anlamda “tıbbi analizini” yapmak mümkün değil. “Ben öyle hissettim, herkes de öyle hisseder” anlayışı yani. Yazdığını anlamak için yaptığımız bu değerlendirmenin içinde sanırım bu cümle ayrı bir yazı gerektiriyor.

Çünkü Sekan Üstüner, Collin’de Özgür Özgencer’i, Barmaid’de Sinem Reyhan Kıroğlu’nu, sanki bedenin bir anlam taşıdığını örneklemek için özel olarak seçmiş.      
“Bedenin anlam taşıdığının örneklenmesi” meselesi kafamı çok kurcaladı. Serkan Üstüner yandı, bundan sonraki tüm oyunlarında “bunu”(?)  yapmazsa başarısız olacak dantel falan da kalmayacak.Oyundaki diğer oyuncuların durumlarını onlara bıraktım. 

 Barış Kıralioğlu, Fran karakterini psikolojik ve soyut olmadan önce fizikselleştirmiş. .
Benim anladığım hiçbir derinlik olmadan  Barış Kıralioğlu sahnede öyle bedenen duruyor. Üstüner iki oyuncuda bedene dikkat etmiş Kıralioğlu’nu unutmuş sanki.

 Deniz Karaoğlu, alt-partisyonu kendi perspektifi doğrultusunda başarıyla yakalayıp, Brian’ı sanki dışarıya üfürmeden önce içinde biriktirmiş.
Bu ifadeyi nasıl anlatacağımı uzun uzun düşündüm. Bir kere Deniz Karaoğlu, yönetmene uymamış, “alt-partisyonu kendi perspektifi doğrultusunda yakalamış” (başarıyla hem de). Cümlenin esas kısmı ise tam bir fecaat:  “dışarıya üfürmeden önce içinde biriktirmiş”. Sizin aklınıza ne geliyor bilmem ama benim aklıma iyi şeyler gelmiyor. Yazmayayım, oyuncuya da ayıp olmasın.

Faruk Barman, aksiyonlarının içine fiziksel yönelimler dizmiş; pişkin üçkâğıtçı Marco’yu içine bir güzel sindirmiş.
“Aksiyonlarının içine fiziksel yönelimler dizmek”  kulağa hoş gelen bir ifade! “Aksiyon”, “fiil, hareket, iş” değil mi zaten? “Hareketlerinin içine fiziksel yönelim dizmek” nasıl yapılır? İyi bir şey midir? “Dizilmesi” yeterli midir yoksa uyum şart mıdır? “Marco’yu içine sindirmiş” ten de Barman’ın Marco’yu “yediğini” anlıyorum. Yazar onun bedenine girmiş, o olmuş demek istiyor herhâlde. Demek ki yazarımız başarıyı oyuncunun rolünün içine girmesi diye anlıyor. Başka bir oyuncu için övgü, “fizikselleştirmek”ti değil mi?

Pınar Çağlar Öztürk,  Sanki öz kardeşiymiş gibi, Stacey’in mimiklerini özümsemiş.
Bu da bir tiyatro anlayışını yansıtıyor. Oyuncu rol ile bütünleşmeli. Rolünüz “kardeşiniz gibi “olursa başarılısınız. Öyle mi?

 Tiyatro Yan Etki, bu kere de, hem de “külliyen” iyi iş becermiş. 
Bu yazının son cümlesi bu olur mu? TEB Başkanı için olur.

İkinci yazı “Aktörün Sahnelerde Yeniden Canlanması!” üzerine.  Ben bu tür “yeniden canlanmaların” başarılı olduğu hususunda  tereddütler içindeyim.

Yazı üç uzun paragraftan oluşuyor. İlk paragraf oyun hakkında genel bir bilgi içeriyor. Bir yerlerden derleme gibi.. İkinci paragraf ise Aktör Kean’a ait “vikipedik” bilgileri içeriyor. Oyunun eleştirisi(?) üçüncü paragrafta.

Tolga Yeter oyunu kurgularken sahne grafiğinde çok dikkatli. Basit dekor tercihinin yanında, oyuncunun kendisini ön plana çıkarması için Eraslan Sağlam’a geniş alanlar sunuyor.
Muhtemelen ipad’de alt üst olarak duran T ve G harflerinden dolayı yazar “trafik” yerine “grafik” yazmış.  Ama yazıyı sonradan okumamış. Bunu takip eden cümledeki  “Eraslan Sağlam’a geniş alanlar sunması”ndan anlyoruz. Yönetmene yönelik  “sahne trafiği” övgüsü, “basit dekor”, “oyuncuya geniş alan sunması”ndan kaynaklanıyormuş. Bu cümleye göre “sahne trafiğindeki dikkat” sahneyi boşaltınca oluyor sanki.  Oysa “sahne trafiği” mizansen ile ilgili bir durum.

Tolga Yeter’ in yönetimi teknik ve içerik açısından çok başarılı.
Yazıda sahneyi boşaltmak dışında başka bir şey olmadığı için “teknik ve içerik” açısından başarıyı anlamıyoruz. Yazara inanacağız mecburen. O “başarılı” dediyse öyledir! Öyle mi?

seyirci oyuncuyla beraber Aktör Kean’ in dünyasında
Demek ki seyirci kendini karaktere kaptırınca alkışlamak gerekiyor.

Eraslan Sağlam için bütün övgüleri buraya yazsam yine de az kalır. İnişli-çıkışlı bir hikayenin her noktasında oyuncunun ustalığını hissediyoruz. Özellikle ilk perde ile ikinci perde arasında karakterin geçirdiği değişimi harikulade aktarıyor. Karakterinin psikolojik analizini dört dörtlük çözümlüyor. Edmund Kean’ in aile trajedileri, Dury Lane’de yaşadığı çarpık ilişkileri öylesine naif bir üslupla anlatıyor ki, insan sahnedeki ‘meddahın’ dilinde şahane bir yolculuğa çıkıyor. Eraslan Sağlam her açıdan dört dörtlük. Sahne performansıyla bu seneki tiyatro ödüllerine çok yakın.
Yazar övgülerini kısıtlamış özeti vermiş: “Oyuncunun ustalığı, muhteşem performans, mükemmel yorum, iki perde arasından geçirdiği değişimin harikuladeliği, dört dörtlük psikolojik çözüm, naif anlatım”. Tümünü oyuncu yapmış ama “sahneyi boşaltmış,  oyuncuyu kendi hâline bırakmış” yönetmen bu eleştiri ile “kendini özel hissediyor”

metni Sevgi Şanlı Türkçe’ye çevirmiş. Çok kötü bir çeviri oyunun gücünü kaybettirmemiş, aksine yazarın kıvrak zekası ile sahnedeki oyuncunun mükemmel yorumu çevirideki hataları unutturmaya yetiyor.
Bir kere “Sevgi Şanlı” değil  “Sevgi Sanlı”. Demek ki yazar Türkçe klavye kullanıyor. Klavyede “S” ve “Ş” iki uçta.  Hadi  “T” yerine “G” ye bastı dedik ama  S ve Ş nasıl karışıyor? Çevirenin ismini doğru yazamazsan senin “kötü”ne nasıl inanacağım? Belki de başka bir oyunu okudun? (Okuduğun da kuşkulu ya) Ama merak etmeyin “çeviri çok kötü de olsa” çaresi var: “Yazarın kıvrak zekâsı” ile “oyuncunun mükemmel yorumu” tercüme hatalarını örter. Hay Allahım!

Tiyatro Tatavla’ nın ‘Aktör Kean’ oyunu tiyatro sezonunun kaçırılmayacak gösterilerinden. Eraslan Sağlam’ ın olağanüstü performansı sizleri tiyatroya yeniden aşık edebilir.
Oldu bitti maşallah! Son paragrafı da koyduk.

Onlar yazıyor da bu yazıları eleştiri diye “RT” edenleri, bu “eleştiri”lerle(?) “kendini özel hisseden” yönetmenlere ne diyeyim?

 Ben bunları görünce kendime “eleştirmen” demiyorum. Anlıyor musunuz?

Ama tiyatronun hâli de vahim! Bence bunu anlayın yeter! Lütfen anlayın.


Melih Anık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder